Altın Çağında Bir Yazara Eşlik Etmek…
- 23 Ağu
- 10 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 24 Ağu
Ben onu ilk kez üniversitede Simyacı kitabı ile tanıdım. Yazarlar hayatımızdan geçen insanlar gibidir, bu nedenle onlarla tanıştığımız günü hatırlarız. Aynı hayatımıza giren insanlar gibi onlar da belli bir sebeple yaşam çizgimizde bizimle kesişirler. Sanıyorum 65 milyon okuru da Simyacı ile tanıştıktan sonra benim gibi hissetmiştir.
Belki yıllardır salondaki kütüphanede bekleyen bu kitap ben değişmeye ve yeni bir ben aramaya karar verdiğimde gözüme ilişti. Coelho kendini doğrudan spiritüel bir rehber olarak görmese de okuyucusu için kitapları ruhsal bir gelişim aracı.
Bu yazımda Coelho kitaplarıyla çıktığım yolculuktan bahsedeceğim ve bu nedenle sadece okuduklarım hakkında yazacağım. Yoksa yazar hakkında ansiklopedik bilgiye internet sayesinde rahatlıkla ulaşacağınıza eminim.
Henüz tamamını okumamış olsam da doğru zamanda onlarla karşılaşacağıma eminim…

Simyacı, tamamen sembolik ve hayatını metaforlarla yazıya döktüğü bir kitap. Aslında ruhunu tüm çıplaklığıyla sayfalara aktardığı ve okuyucusuna kusursuz bir dürüstlükle kılavuzluk eden bir kitap.
Kısacası kendinden kaçmayı bırakan herkesin elinden tutacak ilk kitap…
Bence en etkileyici kısmı da sadece iki hafta içerisinde yazdığı bir kitabın bugün tam 70 dile çevrilmiş olması. Benzersiz bir başarı! Gabriel Garcia Marquez'den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazar olmuş.
Simyacı’yı okuduktan sonra kısa bir mola şart. Bu aynı lezzetli ve yoğun bir kahve içtikten sonra insanın canının başka bir şey tatmak istememesi gibi.
Çünkü kitap sizi kendi hazinenizi aramak için cesaretlendiriyor ve bir süre dikkatinizin dağılmasını istemiyorsunuz.
Kısaca Konusu: İspanya'dan kalkıp Mısır Piramitleri'nin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago'nun yaşantısını anlatıyor.
Benim aradığım hazine ise sevgiydi. Herkes farklı zaman ve alanlarda sevgiyi arar, ancak en büyük keşif insanın kendine duyduğu sevgidir. Zaman zaman unutulur, zaman zaman yeniden bize döner ve sarılır.
Bir süre sonra Piedra Irmağı'nın Kıyısında Oturdum Ağladım kitabı ile tanıştım. Okumadan önce aşk ve dram konusunda ne kadar toleransım olduğunu düşünmem gerekti. İlişkilerden soğuduğum bir dönemdeydim…
Sevginin sadece birinden alınması mümkün bir duygu olduğunu sanıyordum.
Kitap bana beni acıtan duyguların dönüştürücü gücü üzerine düşünme fırsatı verdi. Coelho da sanıyorum bugün karısı olan eski arkadaşı Christina Oiticica’dan fazlasıyla esinlenerek bu eseri yaratmış.

Çünkü başka bir kitabında ressam olan Oiticica’nın nehir kenarında eserlerini yaratmayı sevdiğini ve kendisinin de yazarak ona eşlik ettiğinden bahsediyordu. Nehir kenarlarını seven bir çiftlermiş. Coelho eşine duyduğu aşktan ve suyun gücüne duyduğu hayranlığa bol bol vurgu yapan bir yazar.
Kitapta hem kendini hem de başkalarını affetmek, ruhsal yükleri bırakmak ve özgürleşmek üzerine derin anlatımlar var. Bu nedenle bazı okuyucularına ağır gelmiş… Gözyaşları ve içsel acılar, sonunda ruhu temizleyen birer ritüel olarak işlenmiş.
Bu, acılarımıza ağlamanın, aşklarımıza coşkulu bir sevinç duymak kadar doğal bir ifade olduğunu bana yeniden hatırlattı. Coşkuyla ağlayabilmek kadar rahatlatıcı çok az ritüel vardır!
Sanıyorum bu dönemde ağlayan birini gördüğüm zaman teskin etmek yerine eşlik etmeyi öğrendim ve kendimi sevme yeteneğine sahip olmasaydım zaten başkalarını da sevemeyeceğimi anladım…
Kısaca Konusu: Yazarın Türkçe'deki ikinci kitabı olan Piedra Irmağı'nın Kıyısında Oturdum Ağladım, bir tutkunun ve aşkın öyküsü. Coelho, bu romanında Tanrı’nın kadın yüzünü keşfediyor. Mucizevi bir güce sahip, kendini dine adamış bir erkek ve onun aşkını isteyen, bu aşkı Tanrı’yla bile paylaşmaya yanaşmayan bir kadın: Pilar. Güçlü, ayakları yere sağlam basan bir kadın olan Pilar, çocukluk yıllarında yakın arkadaş olduğu bir erkekle on bir yıl sonra karşılaşır, onun büyüsüne yeniden kapılır. Oysa genç adam onun duygularını paylaşsa da karar verememekte, arzularını özgür bırakamamaktadır. Birlikte çıktıkları bir yolculuk, Pilar’ın yüreğini değişik deneyimlere açar.
Ne var ki Simyacı ile çıktığım arayış yolculuğu henüz başlamıştı ve Coelho’nun bana diğer kitaplarında sunacaklarını merak ediyordum. Dediğim gibi ard arda okumadım hiç birini, en azından birer yıl ara vermişimdir.
Bu zaman zarfında zihnim ve merakım da gelişiyordu. Bir kadın olarak ben de cinsiyetimden kaynaklanan duygu ve yetenekleri keşfetmeye başlıyordum. Çünkü kadının duygu dünyası çeşitli eserler yaratabilecek bir piyano gibi. Ve bir kadın yeterli sabrı gösterir de notaları okumayı ve piyanonun tuşlarına basmayı öğrenirse kendi eserlerini yaratmanın hayranlığını yaşar. Bu o kadar nadide bir duygudur ki, yol göstermek ve etrafındaki insanların eserlerini de duymak ister.
İşte Portobello Cadısı da bana böyle bir dönemde geldi. Yavaş yavaş görmeye başlıyordum. Kitabın ana karakteri Athena, kendini tanıma yolunda ilerlerken ister istemez onun adımlarını izledim.

Roman boyunca farklı anlatıcıların gözünden Athena’nın hikâyesini dinliyoruz; bu da hakikatin tek bir pencereden değil, birçok bakış açısından anlaşılabileceğinin önemli bir göstergesi. Bir yandan da önyargılarımızın hayatımızı nasıl yönettiğinin önemli bir kanıtı…
Bugün “Cadı” kavramı insanlar için ne kadar alışagelmiş bir söylem olsa da muhafazakar insanlar için hala ürkütücü. Coelho bu kitabında olduğu gibi farklı eserlerinde de aslında toplumun dışladığı ama evrenle derin bağ kurabilen, görünmeyeni hissedebilen bu insanlardan sık sık söz ediliyor. Brezilyalı yazarın ülkesinin kültüründe de büyü ve cadılık derin köklere ve geçmişse sahip.
Elbette mistisizm, dans etmek, ritüeller yapmak ve ateş başı sohbetleri benim kişisel zaafım olduğu için kitap beni ayrıca sürüklemiş olabilir. Dans etmeyi kim sevmez ki?
Kısaca Konusu: Portobello Cadısı, 2006 yılında yayımlamıştır. Kitapta asıl adı Şirin Halil olan bir kadının kendini aramasını, tanımasını anlatır. Kitap boyunca Athena adıyla bahsedilen Şirin Halil Lübnanlı bir aile tarafından evlat edinilir. Beyrut'ta yaşamaya başlarlar ve bir süre sonra aile hep birlikte Londra'ya yerleşir. Athena kendini tanıma yolunda birçok adım atar ve bunların çoğu ruhanidir. Bazı rahipler tarafından halkın ahlakını bozmak, insanları ümitsiz ve yanlış inançlara yönlendirmek gibi suçlamalar Athena'yı zor durumda bırakır ama Athena asla vazgeçmez. Bu süreçte başına birçok olumsuz şey gelse de Athena yılmadan yoluna devam eder.
Bol bol dans ettim ben de. Evde dans ettim, dinlenirken zihnimde dans ettim, duşta dans ettim, kulüplerde dans ettim, bilmem daha ne zamanlarda çeşitli yolculuklarımın arasında dans ettim…
Ruhumu serbest bıraktım…
Dans insanın ruhunda yeni kapılar açmakla kalmıyor yeni yaşam alanları da açıyor. Seyahat etme arzunuzu körüklüyor en başta. Bir tekerleğin üzerinde gökyüzünü izlerken dünyayı keşfetmeye başlıyorsunuz. Bunu elbette bir bilet alıp kilometrelerce ötede veya ayakkabınızı giyip üç sokak ileride de yapıyor olabilirsiniz. Önemli olan keşfetmeye devam etmektir.
Yolculuklar insanları, daha da önemlisi kendimizi tanımak için en kıymetli kaynaklar. Enerjim öylesine yüksekti ki yelkenimden rüzgar eksik olmuyordu. Bir gün rengarenk kapağı ile Hippi bir kitapçıda karşıma çıktı. İkimizin de enerjisi feci şekilde uyuşuyordu, bu nedenle onu hayatıma almaya karar verdim.

Coelho’nun gençlik döneminde uyuşturucu maddeler, mutluluk, barış ve özgürlük çemberinde dolu dizgin yaşadığı hippi bir dönemi olmuş. Bu süreçte sokaklarda uyuduğundan, köklenmeksizin evsiz yaşamı deneyimlemesinden de bahseder.
Böyle bir bağımsızlık coşku yaratır, coşku ise insanı korkusuz ve sağlıklı tutar. Aynı enerji frekansında insanları etrafınıza toplar, huzur, deneyim ve mutluluk boyutunda solo keşiflerinizi derinleştirir.
Coelho’nun kahramanı da Hollanda’dan Nepal’e giden ünlü “Ölümsüzlük Treni” yolculuğuna katılır. Yol boyunca farklı insanlarla tanışır; onların hikâyeleri, aşkları, kayıpları ve umutları aracılığıyla yaşamın çeşitliliğini keşfeder.
Güzel bir tatil eşlikçisidir bu kitap ve bir yaz meyvesidir. Yıkanmadan ve kabukları soyulmadan yenir…
Kısaca Konusu: 1970 yılının Eylül ayında, dünyanın merkezi olma şerefi için yarışan iki mekân vardı: Londra’daki Piccadilly Circus ve Amsterdam’daki Dam Meydanı... 1970 yılının Eylül ayında uçak biletleri ateş pahası olduğundan uçakla seyahat ancak elit kesim için mümkündü. Gençlerden oluşan muazzam bir kitle içinse durum farklıydı. 1970 yılının Eylül ayında dünyaya kadınlar hükmediyordu… Genç hippi kadınlar demek belki daha doğru olur...1970 yılının Eylül ayında herkesin paranormal güçleri vardı, olmayanlar da sahip olma yolundaydı…1970 yılının Eylül ayında, yazarlık hayalleri kuran Paulo, özgürlük peşinde dünyayı dolaşırken Karla’yla karşılaşınca ikisinin deyaşamı kökten değişecekti; Peru’nun kayıp şehirleri,Brezilya’nın zindanları, Amsterdam’ın arka sokakları, İstanbul’un çarşıları bir bütünün parçaları haline gelecekti…Paulo Coelho’nun kendi yaşam öyküsüne belki de en yakıneseri Hippi, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan barışçıl bir neslin arayış ve dönüşüm öyküsü.
Sonra yaz biter ve güneş daha teninizde solmadan iş, güç ve koşturmaca başlar. Hippi gibi yaşamayı düşlersiniz, hiç bir kaygınız olmadan. Fakat hayatı ciddiye almak gerekir, çünkü o bizi beklenmedik sürprizleriyle ciddiye aldığını gösterir.
Bazı yağmurların altında dans ederken bazılarının altında sadece ıslanırız ve bazen savaşamayız işte…
Böyle zamanlarda o yolu yürümüş birinin nasihatı bize biraz olsun serin bir pansuman yapar. Kim bilir eğer dinlemeye mecali varsa kulaklarımızın, bize yol gösterir ve bir merdiven uzatır bulunduğumuz çukura.
Bu nedenle Mektub kimi sayfalarını işaretleyip not almak ihtiyacı doğuran bir kitaptır.
Hangi yolda size kılavuzluk yaptığını anımsamak isteyeceğiniz türden.
Dön dön oku hatırla kitabı yani.
Ben olsam cep versiyonunu da çıkartırdım. Nerede lazım olacağı belli olmaz!
Senin için işaretlediğim bir sayfayı buraya bıraktım.

Kısaca Konusu: “Türkiye’den geliyorum,” dedi üstada adam. “Bu yolculuğu size bir tek soru sormak için yaptım.”
Yaşlı adam ona şaşkınlıkla baktı: “Çok güzel. Bana tek bir soru sorabilirsiniz.”
“Size soracağım soruyu açık seçik sormalıyım. Sorumu Türkçe sorabilir miyim?”
“Sorabilirsiniz,” diye yanıtladı bilge. “Tek sorunuzu yanıtlamış bulunuyorum. Başka bir şey öğrenmek istiyorsanız, onu yüreğinize sorun, sizi yanıtlayacaktır.”
Paulo Coelho Mektub’da farklı kültürlerin gözünden rengârenk bir deneyim hazinesi sunuyor. Coelho’nun ifadesiyle, “Mektub bir tavsiye kitabı olmaktan ziyade tecrübeleri aktarmayı amaçlıyor.”
Bir de kış mevsimi vardır elbette. Yağmurlar ardından et kesen soğuklar gelir. Hani havanın yeterince soğuduğunu anlayamadığın için ince bir montla dışarı çıkıp da ilk kez üşüttüğün gün. Boğazın ağrıdığında artık kışın geldiğine inanırsın.
Pes etmek istemezsin ama arada sırada kovuğuna çekilip sessizce dinlenmek ve kabullenmek de iyileştiricidir.
Bir yandan da daha verimli ve disiplinli çalışmak için iyi bir fırsattır. Dikkat dağıtan etkenler azdır fakat stres ve zorluklar vardır. Bu çetin koşullar içinde azmine sağdık kalıp başarıyı tatmak istersin. Bazen de içindeki savaşçı çeşitli duygu ve kaygılara yenilir, güçten düşer. İstersin ki biri sana gücünü yeniden hatırlatsın.
Işığın Savaşçısının Elkitabı bunun için başucunda seni bekler. Coelho’nun bu eseri Mektub gibi ruhsal bir rehber ve aforizma kitabıdır. Her insanın içinde taşıdığı cesur, saf ve ruhsal tarafa seslenir.

Aikido sanatıyla yakından ilgilenen Coelho, aslında savaşmayı öğütlemez, içsel aydınlığı korumak, sevgiyle hareket etmek ve zorluklara rağmen yoluna devam etmek için sana yoldaşlık yapar.
Kendisinin de dediği gibi, bize bilmediğimiz yeni bir şey söylemez aslında. İçimizdeki ışığı hatırlatır sadece.
Kısaca Konusu: Işığın Savaşçısının Elkitabı, hayallerimizi yaşamamız, hayatı kucaklamamız, yazgımızla yüzleşmemiz için bir çağrı. Paulo Coelho, benzersiz üslubuyla, her birimizin kendi içindeki “ışığın savaşçısı”nı keşfetmesine yardımcı oluyor; hepimizi savaşçının yoluna çağırıyor: yaşıyor olma mucizesinin değerini bilenin, yenilgisini kabullenenin, sonunda olmak istediği insan olabilenin yoluna. Işığın Savaşçısının Elkitabı, Simyacı’nın yazarından bilgelik dolu bir armağan.
Eh, zorluklardan geçer, bazı cephelerde yenilir bazılarında zaferlerin tadını çıkarırız. Sonra öyle bir yaş, öyle bir zaman, bir gün gelir ki içindeki ses bir soru sormaya başlar.
Bu mudur? der. Hani gezdin eğlendin, aşklar yaşadın, yedin içtin, acılar çektin sonra yeniden büyüdün. Bu kadar mı yaşayıp göreceğim?
Hangi ülkeyi gezsen, hangi aşkı tatsan, hangi kıyafeti denesen yine de içine sinmez. Bu kadar değildir elbette. İnsan bir amaç ister çünkü. Daha evvel yaptıklarını, aldığın kararları, emin olduğun seçimleri amaç zannetmişsindir, onu fark edersin.
Bu kaşıntı geldiğinde çok tatlı bir kitap sunar sana Paulo Coelho: Okçu’nun Yolu
Ben de bu soruyla karşılaştım elbette. Yok şöyle bir şirkette çalışsam, ay şu kıyafeti giysem, görünüşüm böyle olsa, evlenip çocuk yapsam?
Elbette bunlar hayatımın büyük bir parçasıydı ama hiç biri ruhumun tutuşturan şey değildi.
O gün Consomniohikayeler’i kurdum işte. Hikayelerimi paylaşacağım, kendimi yetiştireceğim bir blog sayfası yarattım. Utandım sıkıldım önce, yazdıklarımı beğenemedim bir türlü.
Sonra Okçu’nun yoluna döndüm, kendime eziyet ederek vakit kaybetmek yerine bu konuda usta gördüğüm insanlardan dersler öneriler aldım. Uzun lafın kısası elimdeki ok istediğim hedefi vurana kadar atışlarım üzerinde çalıştım. Kah koşullar değişti ben de yayımı değiştirdim, rüzgarı okumayı öğrendim, ışığın nasıl yanıltıcı olduğunu fark ettim…

Coelho’nun kitabı da insanın amacına ulaşmak için stratejisi ve zihni üzerinde nasıl çalışması gerektiğini keyifli bir hikayeyle anlatıyor. İllüstrasyonların eşlik ettiği anlatımında, usta bir okçuya ve onun öğretilerini öğrenmek isteyen bir gence eşlik ediyoruz.
Her sabah evindeki alanda atış talimi yapan Coelho da okçuluk sanatının bir hayranı ve bunu meditatif bir faaliyet olarak görüyor. Kitabı yazarken de doğrudan deneyimlerinden esinlendiğine şüphe yok.
Kısaca Konusu: Her okun uçuşu farklıdır. Bin ok atarsan, bini de sana farklı bir yol gösterecektir: Okçunun yolu işte budur.
Ülkenin en mahir okçusu Tetsuya bir köyde mütevazı bir marangoz olarak yaşamını sürdürmekteyken bir gün uzak diyarlardan gelen bir okçu ona meydan okur... Tetsuya bu meydan okumayı kabul ederek okçuluk felsefesini hem yabancı okçuya hem de köyün delikanlılarından birine aktaracaktır.
Her ne kadar el kitapları, tonlarca strateji ve yol yordam olsa da bazen durum çok basittir. Büyük bir acı yaşanmıştır veya kayıplar derin yaralar açmıştır. Bu durum kimi zaman kendi başımıza gelir veya bir sevdiğimizin başına da gelebilir.
İşte o zaman uğrunda ter döktüğümüz amacın da anlamı bir anda silikleşir. Biliriz ki bir dar boğazın içerisinden geçmek gerekir. Bunun kısa bir yolu yoktur, fırtınanın gözüne ulaşmadan dışarı çıkamayız. Bu yolda hangi teçhizat işimize yarar o da çok görecelidir.
Ancak iki önemli şey iş görür, zaman ve sabır.
İnsanın geçmesi gereken karanlık labirentler er ya da geç karşısına çıkar. Sadece herkesinki farklıdır. Coelho Veronika Ölmek İstiyor kitabında bu durumlardan birini anlatır.
Veronika ölmek istediğine karar verdiği için akıl hastanesine yatırılır. Bu bu kadar basittir aslında…
Coelho da gençliğinde ailesi tarafından akıl hastanesine yatırılmış bir sanatçıdır. Yaratıcılık bazen delilik olarak tercüme edilebilir. Hem delirmek ve normal olmak nasıl ayrışır ki? Normali kim tanımlar? Hastane deneyiminin de yazara bir bakış açısı kazandırdığı kesin.

Beklendiği kadar karamsar bir kitap kesinlikle değil. Tabi hangi açıdan bakmak istediğimize göre değişir. Bence aksine olumlu duygular yarattığını söyleyebilirim.
Kısaca Konusu: Veronika her istediğine sahip görünen, renkli bir yaşam süren, yakışıklı erkeklerle gezip tozan genç bir kadın olmasına karşın mutlu değildir. Yaşamında bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Başarısız bir intihar girişiminin ardından, kendini bir akıl hastanesinde bulur. Üstelik çok kısa bir ömrü kaldığını öğrenir. Zaten ölmek isteyen Veronika bu süreçte, başka dünyaların insanlarını tanırken kendi kimliğini de keşfetmeye başlar…
Şimdi bahsedeceğim kitabın karşıma bir tesadüf eseri çıktığına kesinlikle inanmıyorum. Arkadaşımın yanına Hollanda’ya tatil yapmak için gitmiştim ve tarihi evlerin arasında gezerken bir hikaye yaratmaya karar verdim.
Hikayemi tamamlamamdan kısa bir süre sonra Casus ile karşılaştık. Buradaki mistik tesadüf, benim kahramanımın da Coelho’nunkinin de kadın olması ve Hollanda’nın aynı şehrinde doğmuş olmalarıydı.
Böyle sihirli tesadüfleri severim. Coelho’nun gerçek bir yaşam hikayesinden uyarladığı Casus, ünlü dansçı ve simge hâline gelen Mata Hari’nin gerçek hayat öyküsünden ilham almış.
Mata Hari’yi ben dedemin açtığı siyah beyaz filmlerden ve Kadıköy’de satılan eski posterlerinden hatırlıyorum. Ancak kitabını okuduktan sonra savaş döneminde hayatta kalmak için parlak zekasını kullanan ve tutkularından vazgeçmeyen bu kadını Coelho sayesinde tanıdım.
Mata Hari’nin hayat hikâyesini toplumsal önyargılar, kadın kimliği, özgürlük ve adalet temalarıyla çok güzel işlemiş.
Kim ne derse desin, ben bir casus olduğuna asla inanmayacağım. O yetenekli bir savaşçıymış.

Kısaca Konusu:
Mata Hari’nin tek suçu özgür bir kadın olmaktı: Sınırlar ve sınırlamalarla dolu bir dünyada kaderine boyun eğmeyen bir kadın...
Paulo Coelho, 20. yüzyıl başında casuslukla suçlanarak idama mahkûm edilen Mata Hari ile avukatı arasındaki yazışmalardan yola çıkarak kurguladığı Casus’ta bu olağanüstü kişiliği bir roman kahramanına dönüştürerek hayatın ve aşkın gizemlerini sorguluyor.
Ve elbette Elif…
Coelho’nun Türkiye ve Türklerle doğrudan bağlantılı eserlerinin olması beni şaşırtsa da kültürel bağlamda benzerlik taşıyan toplumlardan geliyor oluşumuz bunun güzel bir açıklaması olabilir.
Yine de bir Brezilyalı ünlü bir yazar ve Türk keman sanatçısının karşılaşması doğrudan bu benzerlikle açıklanamaz. Coelho, ruhsal bir çıkmazda olduğunu hissettiği dönemde Trans-Sibirya Ekspresi’yle uzun bir yolculuğa çıkar.
Ki zaman zaman da bu gibi duygu durumlarından geçtiğini ve yolda olmanın ona her zaman iyi geldiğinden söz eder.
Bu yolculuk, yalnızca coğrafi bir seyahat değil, aynı zamanda ruhun katmanlarında bir keşif ve geçmiş yaşamlarla yüzleşme deneyimidir. Manevi ve spiritüel yanı fazlasıyla güçlü bu kitap aslında, her bedende tekmül etmeye çalışan ruhlarımızın yolculuğundan bir kesit sunuyor.
Bazen yaşanan bazı olayların ve insanların aldıkları bazı kararların bizim gözümüde mantıklı bir açıklaması olmaz. Ancak belki de başka bir yaşamda bir karşılığı vardır…
Reankarnasyona inanır mısınız?
Kısaca Konusu:Elif'in başkahramanı dünyaca meşhur yazar Paulo Coelho, bir süredir bilgelik yolunda gelişmesinin durduğunu hissetmektedir. Belki de yapması gereken tek şey, esrarengiz ustası J.nin tavsiyesine uyup, "Gönlünün onu çektiği yere," gitmektir....Rastlantılar Coelho'yu Rusya'ya savurur. 9288 kilometrelik yolu, bu uçsuz bucaksız ülkeyi, baştan sona trenle kat etmeye karar verir.

Paulo Coelho ile çıktığım yolculukta okuduğum kitaplarını ve bana yaşattığı deneyimler üzerinden düşüncelerimi paylaşmaya çalıştım.
Umuyorum benim kadar keyif almışsınızdır!
Yeni bir yazıda görüşmek üzere 😊
Yorumlar