top of page
  • Yazarın fotoğrafıDoga Tiryaki

Lilitu’nun Ziyareti

Güncelleme tarihi: 26 Mar


Muhteşem bir bahar günüymüş. Nadia evde yapılması gereken işler olsa da güneşin ve yeni çiçek açmış bahar dallarının altında gezmeye çıkmak istiyormuş. Annesi uyandığını anlayıp, evde günlük yapılması gereken işler için kapısını çalmadan, dolabına koşmuş ve elbiselerini karıştırmaya başlamış.


Babası, orta halli bir aile olsalar da itibarına önem veren bir tüccarmış ve kızlarının da ailelerine yakışacak şekilde giyinmesini istermiş. Bu nedenle Nadia’nın dolabı oldukça zenginmiş. Yine de çamur olmasından korkmayacağı, eskiden giymeyi çok sevdiği, şimdi ise biraz kısa ve dar gelen bir elbise seçmiş. Aynanın karşısına geçince, artık yavaş yavaş olgunlaşan vücudunun hatlarını incelemiş, neredeyse kalçasına kadar uzanan kumral saçlarına ve güneşte parlayışına bakmış. Sonra bu kadınsı görüntünün, zihninde hala neden bir eş adayı bulamadığı sorusunu çağrıştırdığını hissederek rahatsız olmuş ve uzaklaşmış.


Sırtına bir şal, kafasına da büyük hasır bir şapka alarak eldivenlerini giymiş. Bu sırada kapı çalmış ve küçük kız kardeşi kafasını aralıktan uzatarak ona gülmeye başlamış. “Saçmalama! Bu elbiseyle dışarı çıkamazsın.” Birbirlerine dil çıkarmışlar ve Elsa “Bekle ben de geliyorum.” diyerek çığlık çığlığa odasına koşmuş.


İki kız kardeş ahşap merdivenlere topuklarını vura vura koşar adım aşağı inmişler. Babaları sofrada her sabah yaptığı gibi gazetesini okuyor, anneleri ise çoktan masadan kalkmış ve evin günlük işleri için hizmetçilerine görev dağılımı yapıyormuş. Kahvaltı masasına yaklaşıp, babalarının kafasını gazeten kaldırmayacağını umarak günaydın demişler. Gerçekten de önemli bir haberin ortasında olan Bay Windman,kafasını kaldırmak bir yana sadece ağzında geveleyerek karşılık verebilmiş. Bu fırsattan istifade Nadia hızlıca fırından yeni çıkmış tahin kokulu çöreklerden bir tane kapmış, sessiz ve hızlı adımlarla koşarak kendini dışarıya, ışıldayan günün kollarına atmış. Elsa da hemen arkasından koşarak ona yetişmiş. 


İki kız kahkahalarla gülerek annelerini atlatmanın mutluluğu ile çiçeklerin, ağaçların ve önlerinde uzanan ormanın içine dalmışlar. Bir süre yürüyüp, önce babalarının onlar için ağaçdalına astığı salıncakta biraz sallanmışlar. Elsa ne kadar romantikse ablası da o kadar realistmiş. Bu nedenle ona eş adayı olarak gördüğü veya beğendiği birileri var mı diye sorduğunda Nadia, iç geçirerek henüz beğendiği kimsenin olmadığını söylemiş. Bir yandan annesinin de bu konuyu yakında gündeme taşıyacağını düşünerek canı sıkılıyormuş. Bir an önce aşık olmak ve evlenmek isteyen Elsa ise fazlasıyla hevesliymiş. Gözleri şöyle, dudakları böyle, burnu kemikli olsunmuş. Çok kitap okusun ama onu eğlenceye de götürsünmüş. Öyle ki anlatırken kendi hayaline mest oluyor, etrafı kaplayan sarı ve mor kır çiçeklerini koparıp düğününü hayal ediyormuş.


Sonra salıncaktan kalkıp ormanın içinde yürümeye devam etmişler. Önlerine bir akarsu çıkınca Nadia durmuş, eldivenlerini çıkarıp ellerini serin suyun içine daldırmış ve kusursuz yuvarlaklıkta bir çakıl taşı almış. Onu iki parmağının arasına tutup gökyüzüne kaldırmış “Bak, çok güzel değil mi? Bembeyaz! Biraz taş toplayabiliriz. Sonra bahçedeki havuza atarız.” Demiş. 


Böylece iki kız kardeş akarsuyu takip ederek elbiselerinin ceplerini taşlarla doldurmaya başlamışlar. Bir yandan ilerlerken Elsa “Haydi bir şarkı uyduralım ama bu şarkının sözleri aslında dileklerimiz olsun.” demiş. Fikri çok seven Nadia hemen başlamış.

 

Bir nehrin eteğinde iki kız eteklerini suda ıslatmış

Ceplerinde yusyuvarlak çakıl taşları varmış!

En yuvarlak taşı bulan bir dilek tutacak, gün doğmadan gerçekleştiğine şahit olacakmış!


Elsa dudaklarını abartarak uzatıp “Uuu çok gizemli! Devam ediyorum.” demiş.


Dilekleri çok basit, bir eş, bir aşk ve bir de yuvaymış.

Yine de küçük olan kız yalvarmış; hayallerimdeki adamı ver bana!


Sonra eğilmiş ve nehirden bir taş daha almış.

Nadia kendi sırası geldiğini bilse de gerçek dileğinin bir eş olmadığını sesli dile getirmek istememiş. Yine de eğlencenin ve anın büyüsünü bozmak yerine hızlıca bir dilek uydurarak şarkıyı sürdürmüş.


Büyük kızın dileği ise güzellik, cazibe ve güç olmuş.

İstediği her şeye sahip olabilmeyi istemiş.

Ey nehirlerin tanrıçası! Yeter ki dileğimi gerçekleştir! Karşılığı ne ise vereceğim!


Diye haykırmış.

İki kız kahkahalarla gülüşmeye başlamışlar. Artık ağırlaşan cepleri bir sürü çakıl taşı ile doluymuş. Elsa ablasının koluna girip “Bizden çok iyi tiyatrocu olurmuş ya da belki de bir şair. Belki o zaman daha dikkat çekici bile olurduk!” demiş.


Bu sırada aniden duraklayan Nadia, önünde uzanan gölü ve ağaçları görmüş. Kardeşinin söylediklerine kulak asamayacağı güzellikte, adeta bir vahayı andıran bu göl, kenarından akan küçük bir şelale ile besliyormuş. Beyaz lekelerin iz bıraktığı damalı kayalıklar, aralarından sızan kır çiçekleri ile çevrili ve üzerlerinde dallarını suya uzatmış söğüt ağaçları ile süslenmiş… Bu ormana ait olmayan vahşi güzellikteki bu adacık, sanki onların gelmesini bekliyormuş. “Else baksana, peri padişahının evini bulduk!” diye fısıldamış.


İki kız ağızları açık bir halde, ilk kez karşılaştıkları bu manzara karşısında hayran hayran bakınırken, Elsa “Hava yeterince sıcak, ben biraz suya bacaklarımı sokacağım. Nasıl berrak baksana!” diyerek ablasının kolunu bırakmış.


Nadia kardeşinin ayakkabılarını çıkarıp eteklerini kaldırarak suya koştuğunu görünce, önce gülümseyerek onun kahkahalarını izlemiş. Sonra da içinde garip bir hisle etrafına bakınmış. Birileri onları izliyorsa, başları belaya girsin istememiş. Kimseyi göremeyince boş yere evham yaptığını düşünerek ayakkabılarını çıkarmış ve çığlık atarak göle koşmuş. Elsa’yı da geçerek beline kadar suya girmiş ve kollarını açarak yüzünü gökyüzüne çevirmiş. Gözlerini kapamasına rağmen güneşin keskin ışınlarının neredeyse kafasının içine dolduğunu hissedebiliyormuş. Bu sırada serin bir rüzgar esmiş ve uzaklardan Elsa’nın adını bağıran sesini duymuş. Sanki derin bir uykuda, belli belirsiz gelen ses bir süre sonra kaybolmuş. Cebine doldurduğu taşlar sanki gittikçe ağırlaşıyor, uyuşan vücudunun suyun derinliklerine doğru çekildiğini hissediyormuş. Önce kulakları, sonra burnu, gözleri ve saçları... Sessiz ve uzak bir ölüm gibi ışığın kaybolduğunu görmüş.

Elsa çığlıklar atarak suda ablasını arıyor, ağlıyor ve birileri yardım etsin diye etrafa sesleniyormuş. Bir süre sonra ağaçların arasında atlı bir adam belirmiş ve koşarak yanına gelerek durumu anlamaya çalışmış. O da bir yandan aramaya ve bağırmaya başlamış fakat nafile. Sanki göl Nadia’yı yutmuş. Yorgunluk ve üşümenin de etkisiyle Elsa pes ederek gölün kenarına oturmuş kalmış. Yardıma gelen genç adama bakmış, hala suyun içinde sağa sola koşturuyor, nafile bir çabayla, çaresizce ablasından bir iz arıyormuş. 


Sonunda babasına haber vermesi gerektiğini anlayan Elsa, tükenmiş bir halde genç adama yaklaşmış ve onu atıyla eve bırakmasını rica etmiş. 


Panikle ayaklanan ev halkı, annesinin çığlıkları arasında ormana koşmuş. Fakat kısa bir süre sonra hava kararınca eve dönerek bu işi sabaha ertelemeye karar vermişler. Bayan Windman durmadan ağlıyor, Elsa’ya bakıp “Nasıl olur? Nasıl duymaz seni?” diye yakınıyor, sonra “Ah siz yüzmeyi bilmiyorsunuz, kızım kesin boğuldu!” diyerek fenalıklar geçirirken Bay Windman, salondaki geniş yemek masasının etrafında topladığı adamlarına elindeki arazi haritasında arama noktalarını gösteriyormuş.  Elsa ise boğazında düğümlenen sözcükler yüzünden artık yutkunmakta ve hatta nefes almakta zorlanıyor, bunun kendi suçu olmadığını düşünmek istese de duyduğu derin acının suçluluk ızdırabı olduğunu içten içe biliyormuş.


Gece kimse salonun merkezinde yanan şöminenin başından ayrılamamış. Sonunda Elsa koltukta iki büklüm uyuyakalmış, Bay Windman eşini sakinleştirmeye çalışıyor, kızını bulacağını söyleyerek Bayan Windman'ı teskin etmeye çalışıyormuş. Bu sırada kapıya birilerinin vurduğunu duymuşlar. Koşarak kapıya bakmaya giden Bay Windman, karanlığın içindeki Nadia’yı görünce haykırmış. Sırılsıklam ve ayazdan buz kesmiş teni iyice solan Nadia, gözlerini yerden ayırmadan içeriye girmiş. Bayan Windman tanrıya şükürler ederken göz yaşları içinde kızına sarılmış. Sonra hizmetlilere derhal banyoyu hazır etmelerini emretmiş. Kızını kendi elleriyle yıkamış ve giydirerek yatağına yatırmış.


Sabah ilk iş aile doktorunu çağırmışlar fakat Nadia’nın sağlığı gayet yerindeymiş, sadece bir süre yatakta dinlenip gücünü toplamaya ihtiyacı olduğunu söyleyen doktor, herhangi bir yara veya ize rastlamamış. Nadia başına ne geldiğini tam olarak hatırlamıyormuş, zaten annesi de fiziksel bir zarar bulunmadığına göre korkmaya gerek olmadığını söylüyormuş.


Böylece konu kapanmış, Nadia zamanla iyileşmiş ve eski gücünü geri kazanmış. Yaşadığı travmanın izleri büyük bir hızla silinmiş ancak her geçen gün içinde yeni bir şeyler doğduğunu hissediyor, kimseyle paylaşamıyor, kafasında daha evvel olmayan hayaller belirmeye başlıyormuş.


Bayan Windman ise durumdan son derece memnun, eşine “Bak, eskisinden daha iyi kızımız. Yanakları renklendi, gücünü topladı. Hatta güzelleşti!” diyormuş. Bu yorumlara sadece gülümseyen Bay Windman, ev eski düzenine, güneş yeniden bahçelerine ve her şey yeniden yolunda girdiği için mutluymuş. Sadece Elsa kardeşinde bir değişim seziyor ve bunun annesinin uyguladığı muhteşem bakımdan çok, yaşadıkları olayın izi olduğunu düşünüyormuş. Bir kez babasına söyleyecek olduysa da sinirlenen Bay Windman,kızının daha destekçi olması için ona ağzının payını vererek göndermiş. Ancak yine de içten içe o da kızının eskisi gibi olmadığını, değiştiğini hissediyor fakat Bayan Windman’ın bir krizi daha kaldıracak yüreği olmadığını düşünerek konuyu erteliyor, kızının bu travmayı zamanla atacağını düşünüyormuş. 


Elsa ise gölde tanıştığı adamla görüşmeye başlamış. Bu adam gerçekten de dileklerindeki gibi yakışıklı, bol bol kitap okuyan ve Elsa’yı eğlencelere götüren bir eş adayıymış.


Zaman geçip Nadia ayaklanınca, araları daha da açılmış. Gündüzleri genellikle şehirde olan ablası, ya yeni bir elbise diktiriyor, ki artık genç bir kadın olarak çocuksu elbiselerini istemediğini belirtiyormuş, ya bir restoranda yeni edindiği arkadaşları ile vakit geçiriyor ya da bir eğlenceye katılıyor ve gece eve geç saatlerde dönüyormuş. Sadece bir akşam Elsa ile evde baş başa kaldıkları sırada ona “Beklediğimden çok daha güzel ve güçlü bir kadın oldum Elsa. Sen de dileğindeki adama kavuştun. Bunun bir tesadüf olduğunu zannetmiyorum ve şansımı sonuna kadar kullanacağım.” demiş. Eskiden evlenmeyi aklından bile geçirmeyen Nadia’nın bu cümlesi öylesine uçuk öylesine hayali gelmiş ki Elsa ne diyeceğini bilemeden sadece gülümsemiş. Bir yandan yüzünde rahatsız edici bir gülümsemeyle dışarı çıkmak üzere aynada kendine bakan Nadia, çantasından bir sigara ve kıskaç çıkarmış. Ablasının sigara içmediğini bilen Elsa şaşkınlık içinde ağzını tam açacakken Nadia “Bundan çok keyif alıyorum Elsa, aynı senin hayatındaki değişim gibi. Ben de kendi dişime göre feth edecek bir kale bulacağım.” Diyerek evden ayrılmış.


Çok kısa bir süre sonra Elsa aile kurmaya hazır olduğuna karar vererek, hayallerindeki adamla evlenmiş. Olaylar öyle hızla gelişmiş ki sonunda kendini, bir zamanlar tüm sırlarına ortak olan ve şimdi artık iki yabancıya dönüştüğü odasının ortasında dikilirken bulmuş. Yıllarca önünde hayaller kurduğu yüksek penceresine yaklaşmış ve onu yeni evine götürecek, siyah kuvartz taşı gibi parlayan at arabasına bakmış. Göz yaşları ve mutluk tezahüratları içinde uğurlanırken arabaya binmiş ve hüzünlenerek penceresinden son bir kez çocukluk anılarına bakmış. Nadia ise ifadesiz bir şekilde kalabalığın içinde geçit törenini izlerken, sanki bu insanlara, ailesine hatta bir zamanlar her şeyi paylaştığı Elsa’ya bile hiç ait olmamış gibi görünüyormuş. Elinden düşürmediği incecik sigarası, dirseklerine kadar uzanan beyaz dantel eldivenleri, tüm vücudunu saran incecik tülden ve hatlarını son derece belli eden kıyafeti ile eski halinden uzak, cazibeli ve hatta tehlikeli görünen bir kadına dönüşmüş.


O gece ilk kez kardeşi ayrıldıktan sonra yalnız kaldığını anlayan Nadia, uzun zamandır dolabında sakladığı ve kimseye bahsetmediği küçük kadife kutuyu aramış. Bulunca hevesle yatağına oturmuş ve gece lambasının loş ışığı altında açıp içinde bekleyen küçük çakıl taşına bakmış. Her ne kadar bugüne kadar kabul etmese de tüm hayatlarının bu çakıl taşı yüzünden değiştiğini biliyormuş. O gün nehirde iki kız kardeşin dileklerini sadece akan su, orman ve çiçekler duymamış...


Bir anda çakıl taşı elinden fırlayıp kapının önüne düşerek yuvarlanmaya başlamış. Taş yuvarlandıkça odanın kapısı aralanmış ve eskiden koridorun olduğu yerde dumanla kaplı bir boşluk belirmiş. Duman dağıldıkça üzerinde öbekler halinde ateş parçaları bulunan toprak bir patika ortaya çıkmış, katran rengi kayalarla kaplı duvarları sadece yerdeki ateş öbekleri aydınlatıyormuş.


Nadia bunun yaşadıkları her şeyin yanıtını bulacağı bir işaret olduğunu biliyormuş. Ne var ki cehennemin kapısını andıran bu deliğe girmeye cesaret bulamamış. Bu nedenle belki kaybolur diye düşünerek beklemeye başlamış. Bir süre sonra mağaraya benzer oyuğun içinde çeşitli sesler yankılanmaya başlamış. Birilerinin geldiğini anlayan Nadia eline ilk bulduğu sert cismi alarak kendini savunmak üzere pozisyon almış.


İlk önce incecik, uzun boylu, üzeri yeşil çamur benzeri bir sıvıyla kaplanmış bir yaratık belirmiş ve kapının eşiğinde durmuş. Yüzü bir insanınkini andırsa da burnu ya da kaşları yokmuş. Gözlerinin yerinde simsiyah boşluklar ve ağzının yerinde sadece sivri dişlerle dolu biçimsiz büyük bir delik varmış. Yaratık beklerken, arkasında ihtişamlı kırmızı elbisesiile muhteşem güzellikte bir kadın belirmiş. Saçları simsiyah, gözleri zümrüt rengi, kan kırmızısı dudakları incecik ve keskin hatlarıyla yüzü adeta bir tanrıça gibiymiş. “Merhaba Nadia.” Demiş ve sivri topuklu ayakkabılarıyla yavaşça odaya adım atmış. Arkasından kapıyı örtmüş ve ağır adımlarla odayı merakla incelerken gülümsemiş, incecik kırmızı boyalı tırnakları ile makyaj aynasının önünde dizilmiş rujlara dokunmuş. Sonra iki kardeşin aynanın kenarına sıkışmış çocukluk fotoğrafını görmüş ve alıp masanın önündeki tabureye oturmuş. İlk kez o zaman “Çok şey değişti Nadia. Değil mi?” diye sorarken uzun kıvrımlı kirpikleri altından ona keskin bir bakış atmış. Nadia bunun bir tehdit mi yoksa bir mucize mi olduğunu düşünüyor, ne diyeceğini bilemiyormuş. Kadın devam etmiş “Haydi ama artık, bu kadar çekinmenin anlamı yok. Birbirimizi aslında çoktandır tanıyoruz. Seninle peri padişahının evinde tanışmıştık.” Elindeki resmi masaya bırakarak ayağa kalkmış. “Fazla vaktim yok, bu nedenle hızlı hatırlayacağını umuyorum. Kabul edelim ki keyifle gezip eğlenirken, yakışıklı ve zengin adamları parmağında oynatmanın zevkini sürerken, geriye dönüp bakmaya pek ihtiyaç duymamıştın.”

Bu ifade karşısında afallayan Nadia’ya büyük bir sevgi ve içtenlikle gülümseyerek yaklaşmış. “Seni suçlamıyorum yanlış anlama, kadınlar yaşlarının her döneminde farklı arzular peşinde koşarlar.” Bunun üzerine Nadia sorma cesaretini gösterdi. “Peki sen kimsin?” Kadın ellerini ovuşturarak düşündü ve “Ben hem peri padişahının kızı, hem bilge, hem de kocakarıyım. Tüm kadınların çekirdeğiyim, dileklerini duyan ve sana yol gösteren içgüdülerin benim. Peki sen kim olmak istiyorsun Nadia?” Bu sorunun yanıtı Nadia’nın içinde bir ateş gibi yanıyormuş. Kadın, eğer bir prens ile evlenmek istiyorsa bunu pekala gerçekleştirebileceğini fakat karşılığında küçük bir ödeme isteyeceğini söylemiş. Ödeme her ne kadar tehditkar bir talep olsa da Nadia bazı şeylerin gerçekleştirilemeyeceğini biliyormuş. Saraya ulaşmak bir yana bahçesine dahi adım atmasına izin vermezlermiş. Yine de bu cazip teklifi kabul etmiş.


Kadın Nadia’ya iki gece sonra kendisi ile ormanda buluşmasını ve eğer sabah güneş doğmadan gelmezse dileğinin gerçekleşmeyeceğini söylemiş.

Bu sırada annesi de evde bir eğlence organize etmekle meşgulmüş, Bayan Windman tam da kadınla ormanda buluşacakları günün sabahında gerçekleşecek bu etkinliği, kızı ile damat adaylarını tanıştırmak için bir fırsat olarak görüyormuş. Çeşitli zengin ailelerin damat adaylarının da bulunduğu eğlencede, kimse belli etmese de Nadia’nın yüzü aslında pek çok kişi için tanıdıkmış. Bu adamların zengin olmaları ve kendisini eşi olarak görmeyi deli gibi arzulamaları dışında hiçbir vasıfları yokmuş. Hiçbirini gücüne denk görmüyor, hepsine gölgesinde kalacak birer silüetmiş gibi bakıyormuş.


Ne var ki gece herkesi memnun edecek şekilde bitmiş ve Bayan Windman ılık bir banyo ardından huzurlu bir şekilde uykuya dalmış. Ev uykunun derin sessizliğine gömüldüğünde Nadia gizlice ahıra gitmiş ve bir at alarak ormana doğru yola çıkmış. Gün ağrımadan kadının söylediği yere varmış. Burası aynı yıllar evvel Elsa ile gittikleri gölete benziyormuş; ay ışığı altında aydınlanan göletin etrafında kayalar, tam ortada küçük bir şelale, kenarda akan nehir, kır çiçekleri ve suya kollarını uzatmış servi ağaçları. Etrafı saran muhteşem çiçek esansının yoğun kokusu ve her haliyle bir vahayı andıran bu gizemli adacık insanı etkilenmenin ötesinde bir duyguya sürüklüyormuş. Aynı peri padişahının yaşadığı yer gibi…


Nadia bu görüntü karşısında donmuş halde bakınırken gölün kenarında kadını görmüş. Etekleri ıslanmış bembeyaz tülden elbisesi ile gülümseyerek ona doğru yaklaşmış. Yemyeşil gözlerini onunkine kilitleyerek “Hazır mısın?” demiş. Nadia kafasını evet der gibi sallarken. “Yapacağın tek şey bu gölette yıkanmak, sonra evine dönebilirsin.” Diye eklemiş. Nadia ürken gözlerle kadına bakınca. “Merak etme su sıcak ve güvenli. Ayrıca senin için özel bir sabun da getirdim.” Diyerek elindeki kırmızı kristali andıran kalıbı ona uzatmış.


Nadia kararsız ve ağır adımlarla soyunmuş. Son gölet macerasında yaşadıkları kalp atışlarını hızlandırıyor, korkusuyla baş etmek için kendini motive etmeye çalışıyormuş. Önce dizlerine suya kadar girmiş, hem sığı hem de sıcak olduğunu görünce cesaretlenmiş. Berraklığıyla ay ışığı altında dibindeki taşları ve ayaklarını dahi seçebiliyormuş. Mutlulukla arkasını döndüğünde kadının çoktan gitmiş olduğunu fark etmiş. Elindeki kırmızı kristali andıran sabunu vücuduna sürmeye başlamış, bir süre sonra dokunduğu her bölgenin ışıldadığını, hatta nasıl olduğunu tarif edemese de gençleştiğini, dirileştiğini hissetmiş. Bu sihirli taş adeta bir mucizeymiş!


Nadia gölde yıkana dursun, orman çok önemli bir ziyaretçiyi ağırlıyormuş. Av sezonu dolayısı ile ormanda dolaşan kral, göletin yanından geçerken suyun içinde peri kızı gibi parlayan Nadia’yı görmüş. Bu manzara karşısında mest olmuş ve yaklaşmak yerine çalıların ardından onu bir süre izlemeye karar vermiş. Yardımcılarından birini çağırarak Nadia’yı evine kadar belli etmeden izlemelerini ve kendisine bilgi vermelerini emretmiş. Sonra da sessiz sedasız sarayına dönmüş.


Bir hafta ardından Bayan Windman heyecan çığlıklarıyla kızının odasına dalmış ve saraydan bir davet geldiğini bildirerek Nadia’ya bakmış. Nadia da en az annesi kadar şaşkın, küçük kartı okuyunca bunun bir dans daveti olduğunu görmüş. Nadia bunun kraldan geldiğini içten içe biliyormuş. Demek bu gizemli kadın bir kralı bile dize getirecek güce sahipmiş!


Elbette bu önemli davet için Nadia'ya özel bir elbise dikilmiş ve en pahalı takılar satın alınmış. Annesi bu baloyu adeta bir yatırım gibi görüyor, ihtimaller karşısında gözü kararıyor ve kızının asil bir eş bulma olasılığı onu sarhoş ediyormuş.


Balo sarayın beyaz mermerlerle ve altın varaklı heykellerle kaplı ihtişamlı salonunda gerçekleşmiş. Bu zenginlik, güç ve bolluk Nadia’yı öylesine etkilemiş ki ilk kez kendini bir yere ait hissediyor, üstünlüğünün ve arzularının bir karşılığı olduğunu görüyormuş. Bu saray ya onun olacak ya da bir daha adım atmamak üzere bu rüya aleminden uzak kalacakmış.


Birkaç dans teklifini kabul etmiş ve ardından herkesin sarhoş olup sohbetler arasında kaybolduğu ilerleyen saatlerde yasak olan bir gezintiye çıkmış. Mermer salonu terk ederek geniş koridorun sonundaki kütüphaneye girmiş. Metrelerce yükseklikte ağır raflar ve belki binlerce kitap onu karşılamış. Kitapları gün ışığından korumak için perdeler ardına kadar kapalı, karanlığın içinde adım başı yanan lambalarının sıcak ışığı altında, deri ciltli kitapların altın rengi isimleri parlıyormuş. Hiçbir zaman kitaplara hayranlık duymamış olsa da bir gün hepsinin kendisine ait olacağını hayal etmek bile mest olmasına yetiyormuş.


Bu sırada kütüphanenin derinliklerinden kapının sesini duyulmuş. İrkilmiş ve salona geri dönmek üzere adımlarını hızlandırmış. Fakat beklenmedik şekilde birine çarpınca durup bakmak zorunda kalmış. Karşısındakinin kral olduğunu gördüğünde önce şaşırmış fakat belli etmeden sakinliğini korumuş, bunun doğru zaman olduğunu biliyormuş. Bir prens yerine erken yaşta dul kalmış bir kral neden olmasın diye düşünmüş. Bu adamın da aslında basit yaratılışlı bir erkek olduğunu ve arzularının egemenliğinde yaşadığını biliyormuş. İçten içe onu kışkırtmak istercesine fazla eğilmeden selamlamış. Kral dilese Nadia’yı idama bile gönderebilecekken gözlerini ayıramadığı bu güzel yaratığı izlemiş ve ona yaklaşabilmek karşılığında uysal davranmaya karar vermiş. Ondan bu özel anı koparabilmek paha biçilemezmiş! Önce tanışmışlar ve birkaç dakika konuşmuşlar. Bu kumral ve iri yapılı adam yaşına rağmen aslında yakışıklı bile sayılabilirmiş. Karanlık ve gözlerden ırak bu mahremiyet kralı daha fazla cezbediyormuş. Sonunda sabır göstermekten sıkılarak onu öpmek üzere eğilmiş. Hamlesinin hayatını belirleyebileceğini bilen Nadia, ona izin vermemiş ve namusunu korumak bahanesiyle kütüphaneyi hızla terk ederek balo salonuna dönmüş ve olabildiğince gözlerden uzak durmuş.


Gece evine döndüğünde ilk kez, eğer bu dileği de gerçekleşirse karşılığında ne vereceğini düşünmeye başlamış. Belki çuval çuval altın veya kıymetli taşlar… Şuanda hiç parası yokmuş ama arzularının yoğunluğu kaygısını bastırıyormuş. Hafta boyunca sabırla saraydan haber beklemiş. Annesi baloda herhangi biriyle tanışıp tanışmadığını soruyor, Nadia’yı sıkıştırıyor ve eğer ilerleyen günlerde bu yatırımlarının karşılığını alamazlarsa maddi olarak zorlanacaklarını söylüyormuş. Ne var ki iki hafta sonra saraydan bir davet daha gelmiş.


Duruma şaşıran Bayan Windman, Nadia’ya kiminle görüşeceğini sorduğunda aldığı yanıt karşısında iyice afallamış ve olduğu yere çökmüş kalmış. Bir elindeki davet mektubuna, bir kızına bakıyor, anlam veremiyor, sadece ilk kez işin içinde bir bit yeniği görüyormuş. Bu aşamanın ardından her şey fazlasıyla hızlı gelişmiş. Nadia neredeyse her hafta bir davet mektubu ardından kapısında beliren saray arabasına binerek ziyarete gider olmuş. Annesi bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine kafasını yormak yerine, servetlerini nasıl büyütebileceklerini ve Bay Windman’ın aristokrat ailelerle nasıl ticari anlaşmalar yapacağına yormaya başlamış.  


Haftalar geçtikçe Nadia kralı oyalamayı başarsa da vahşi bir aslanı asla evcilleştiremeyeceğini biliyormuş. Bu nedenle kralın egosunu okşamayı ihmal etmiyor ve ancak evlenmek koşuluyla birlikte olabileceklerini, o zaman her şeyiyle kendini ona adayacağını söylüyormuş. Kral, Nadia’nın güzelliği ve cazibesi karşısında kendini güçsüz hissettikçe deliriyor, yine de onursuz davranmayı kendine yediremediği için çaresizlikle kıvranıyormuş.


Sonunda bu talebi kabul etmek zorunda kalmış. Aristokrat bile olmayan bir aileden kendine eş seçmiş olması ülkede coşkuyla karşılansa da saray içinde hoş karşılanmamış.


Nadia tüm engel ve sıkıntılara rağmen kralla evlenmeyi başarmış. İhtişam, zenginlik ve kusursuz planı bir yana, bu evlilik aslında istediği gücü ona verse de farklı zorlukları da beraberinde getirmiş. Evet sarayın her odası, kralın yatağı ve hatta ülkenin toprakları bile ona aitmiş ama yalnızmış. Saray halkı tarafından sevilmediğini her adımında hissediyor, sırf bu sebeple sarayın kural ve adetlerini bilse de çoğunlukla annesini davet ediyor veya artık pek yakınlık kuramadığı kardeşi Elsa’dan ziyarete gelmesini istiyormuş. Sonunda bu sıkıntıya dayanmasını sağlayacak tek çözümün bir çocuk olduğuna karar vermiş.


Hamile olduğunu öğrendiğinde bu sevinç ülkede ve sarayın mermer duvarları ardında coşkuyla karşılanmış. Fakat bu gelişme ardından kral onunla görüşmeyi kesmiş ve doktor gözetiminde Nadia’yı odasına kapamışlar. Nadia zamanla iyiden iyiye buhran ve mutsuzluk içinde doğumu bekler olmuş.


Bu yoğun ve karamsar duyguların yarattığı sis, oğlu dünyaya geldiğinde biraz dağılmış. Gelenekler sebebiyle loğusalık döneminde de kapatıldığı odasında günlerini tüketmeye çalışırken artık akıl sağlığının sınırlarına geldiğini hissedebiliyormuş. Bir gece şöminenin başında kitap okurken, ki sarayda yapacak hiçbir şey olmadığı için çaresiz kitap okuma alışkanlığını kazanmış, Nadia kapıda onu görmüş. Eşsiz güzelliği asla değişmeyen, cazibesi ve tehlikeli bakışlarıyla nazikçe hükmeden o kadınla. Kadın kapıdan içeri girerken önce odayı incelemiş, topuklu ayakkabılarının ahşap zeminde çıkardığı tok sesin yankısı üzerinde adeta süzülerek yanına yürümüş. Kırmızıya boyadığı tırnaklarını ve uzun ellerini iki yana açarak “Şu işe bak Nadia. Nasıl oldu da yıllar geçti ve sen şu dünyada bir kadının sahip olabileceği her şeye kavuştun.” Demiş. Nadia içten içe bu ziyaretin bir gün gerçekleşeceğini biliyormuş ancak artık eskisi gibi değilmiş elbette, bir kraliçe olarak ona istediği pahada mücevheri ya da altını sunabilirmiş.


Bir süre karşılıklı koltuklarda oturup sohbet etmişler. Sonunda kadın Nadia’ya dönerek “Gelelim senden istediğim hediyeye.”diyerek konuya girmiş. “Bir anlaşma yaptık ve karşılığında oğlunu istiyorum.” Bu talep üzerine şok geçiren Nadia, sadece “Nasıl yani, anlayamadım?” diyebilmiş. Kadın bacak bacak üstüne atmış ve şöminede yanan ateşten gözünü ayırmadan gülümsemiş. “Sana bir hediye isteyeceğimi söylemiştim ve sen kralı tercih ettin. Dileğinin gerçekleşme olasılığını ve benim gücümü küçümseyerek bir yanılgıya düştün Nadia.” Sonra uzun kirpikleri altından tehditkar bir bakış atmış “Bunu sana sadece söylemeye geldim. Onu zaten alacağım. Eğer bir anlaşma daha yapmak istersen bunu konuşabiliriz elbette.” Demiş sinsice.


Tek varlığı olan oğlunu kaybetmek, ızdıraplı olsa da kurduğu bu hayatı yok etmek ve bu tehlikeli kadının parmağında oyuncak olmak… Korku onu çaresiz bırakmış ve Nadia bir kez daha boyun eğmek zorunda kalmış. Anlaşma ardından gizemli kadın bebeği almış. Geriye kederli bir anne ve cadılıkla suçlanan bir kadın bırakmış.


Odasına kilit altında ve kapısında nöbetçilerin beklediği Nadia kralın tek veliahtının nereye kaybolduğunu bilmese de ve acılar içinde kıvransa da ortalığı karıştıran bir hizmetçi olmuş. Nadia'nın odasında onu ziyarete gelen çirkin ve yaşlı bir kadın gördüğünü ve bebeğini sözde bu kadına Nadia’nın kendisinin teslim ettiğini iddia ediyor, onu ziyaret edenin kara büyüler yapan bir cadı olduğunu ve kralın yaşamının tehlikede olduğunu söylüyormuş.


Korkunç olay silsilesi kontrolsüzce büyürken önce Nadia’nın ailesi ile görüşmesi yasaklanmış. Ardından Nadia mahkemeye çıkarılmış ve suçlamalar üzerine zindanın çürümüş et ve pislik kokan taştan duvarları arasına kapatılmış. Keder ve üzüntü Nadia’yı adeta iğne ipliğe çevirmiş. Her ne kadar şansı bugüne kadar yaver gitmiş olsa da artık yolun sonunu gördüğünü biliyormuş. Mahkemenin son kararı kraliçenin öldürülmesi doğrultusunda olunca Nadia son umut ışığını da söndürerek bulunduğu soğuk zindanın köşesine bir çuval gibi yığılmış.


İdamına bir gün kala tanıdık ayak seslerinin taştan duvarların arasında yankılandığını duymuş. Ardından sırasıyla demir parmaklıklarda gezen tırnaklarının sesi ve tam karşısında beliren onun silüeti... Üzerinde sadece kırmızı, deri bir pardösü ve eşsiz güzelliği ile kadın, parmaklıkların diğer tarafından gülümseyerek Nadia’ya bakıyormuş. İfadesinin iyilikten mi yoksa şahit olduğu ızdıraptan duyduğu sadist zevkten mi olduğuna karar veremediği birkaç saniye ardındankadın söze “Nadiaaa, merhaba.” Diye girmiş.


Nadia, sinirleri harap olmuş ve açlıktan perişan durumda, delirircesine parmaklıklara saldırmış. Son bir hamle için eğer mecali kaldıysa da onu bu kadını öldürmek için harcamaya hazırmış. Ne yazık ki doğaüstü bu varlığı yakalamak bir yana, dokunması bile imkansızmış. “Sana veda etmeye geldim Nadia. Onca zaman sonra sanıyorum bunu hak ediyoruz.” Nadia hızlı nefes alışverişleri arasında öfkesini kusmaya hazırlanırken kadın elini kaldırarak onu susturmuş. “Bu kadar oyun yeterli sanırım. Esas konuya geleceğim. Bana ne koşulda olursa olsun oğlunla birlikte olmak istediğini ve bunun karşılığında tüm hayatından vaz geçmeye razı olduğunu söylemiştin. Bu dileğinin birkaç koşulu var elbette.”

Nadia sonunda dayanamayarak ağlamaya başlamış ve sormuş. “Sen kimsin? Nesin?” Bu soru üzerine zindanın karanlık duvarları arasında zaman adeta durmuş. Kadının yüzündeki gülümseme solmuş ve gözleri Nadia’yı sorgularcasına incelemiş. Sonunda yanıt vermek konusunda tereddütte görünse de “Benim ismim rüzgar ve suyun adı, Lilitu.” demiş. Bu cümle dudaklarında yankılanırken, sesi üzerinde bir yük veya ona uğursuz anılarını hatırlatan bir çağrı gibiymiş. Ne var ki bu halinden hızla sıyrılmış ve Nadia’nın gözlerinin içine bakıp yeniden gülümsemiş. “Şimdi gelelim anlaşmamıza.”


Nadia sessizleşmiş ve korku dolu gözlerle Lilitu’ya bakmış. Hakkında sadece birkaç anlatımda bahsedilen bu kadının Adem’in ilk eşi olduğunu biliyormuş. Ancak ihaneti ardından yolları ayrıldıktan sonra Lilitu hakkında bahsedilen bir metne rastladığını anımsamıyormuş. Eğer bahsettiği kişi ise, karşılaştığı bu güzel kadının şerrinden korkulması gereken bir varlık olduğu aşikarmış. Çaresiz susmuş. “Yarın darağacında idam edileceksin Nadia. Fakat bunun bir son olmamasını ve oğlunla birlikte olmayı seçtin. O şu anda benim yaşadığım yerde, biraz derinlerde.” Bunu söyledikten sonra sanki cümlelerini toparlamak ister gibi sessizleşerek parmağı ile yeri işaret etmiş. Sonra Nadia’nın ardında korkuyla beklediği parmaklıklara yaklaşarak sesini alçaltmış. “Bu nedenle ölmeyeceksin.” Nadia böyle bir varlığa güvenmek konusunda zihninde savaş verse de her halükârda ertesi gün, gün doğarken yürüyeceği o çorak tepeyi, dallarında kargaların beklediği ulu ağacı zihninden atamıyormuş.


Bu berbat yerde daha fazla vakit geçirmek istemeyen Lilitu “Ziyaret dediğin kısa olur. Bu nedenle yakında görüşmek üzere.” Diyerek arkasını dönüp ilerlemeye başlamış. Karanlıkta kaybolmak üzereyken bir şey hatırlar gibi arkasına dönerek parmağını kaldırmış. “Uyandığında sakın bir yere ayrılma, eğer gidersen bir daha oğlunu göremezsin.” Demiş.


Nadia uyumaksızın günün ağarmasını beklemiş, dualar etmiş ve oğluna kavuşmak için yalvarmış. Sabah erken saatlerde onu almaya gelen askerlere direnmemiş. Bacakları onu tepeye taşıyamayacak kadar bitkinmiş. Zar zor çıktığı yokuşun sonunda kimisi sinirli, kimisi şaşkın, hatta keyifle sonunu bekleyen insanlara bakmış. Bu ulu fakat ölüm kadar yalnız ve kuru ağacın altında hepsi sadece onun idamını bekliyormuş. İpi boynuna geçirirken yalnızca oğlunun bembeyaz yüzünü düşünmüş. Belki de bu tüm acılarından kurtulacağı gün olacakmış.


Karanlık dağılmaya ve sönmüş ciğerleri acı içinde açılmaya başlarken, kalbinin göğsünden fırlarcasına yeniden attığını hissetmiş. Nadia, karanlık toprağın derinliklerinde yeniden uyanmış ve kazarak kendini yüzeye çıkarmayı başarmış. Simsiyah gökyüzü yıldızlarla dolu, onu ölüme götüren ağacın dalları bomboş, kalabalığın ezdiği toprak artık sıcak ve kül kokuyormuş. Önünde uzanan patika, aynı cebindeki gibi kusursuz yuvarlaklıkta taşlardan oluşuyormuş. Tepenin öbür tarafında üzerinden dumanlar çıkan vadiye bakmış. Sanki büyük bir yangın, geriye sadece kül ve pas yığınından oluşan bir enkaz bırakmış. Yıkılmış taş parçalarının bir zamanlar saray olduğunu söylemek neredeyse imkansızmış.


Arkasını dönüp içinden çıktığı karanlık çukura sonra daönünde uzanan patikaya ve etrafına bakmış. Bu sırada yanında yarı insan, yarı da keçiye benzeyen, kürklü bacakları ve büyük toynakları olan bir adam belirivermiş. “Hoş geldin Nadia. Seni kraliçemizin yanına götüreceğim, sanırım seni bekliyor.” Diyerek konuşmuş ve arkasını dönerek patikayı takip etmeye başlamış.


Nadia’nın ailesi, saraydaki yaşamı ve bir nefes kadar geride kalan arzuları, mutlulukları aklından geçmiş. Şimdi ilerlemeli, cesaret etmeli ve yeni bir adım atmalıymış. Bu yeni yolculukta artık tek kıymetli şey varmış, o sadece oğluymuş.



 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kara Delik

Ev Sahibi

Ekinoks

bottom of page