Freya'nın Kaderi
- 11 May
- 33 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 26 May
Bir efsaneye göre yüzlerce yıl önce, eski çağlarda insanlar cadıların varlığına inanırmış. Cadılar uzak köylerde yaşayan halk için bazen bilge kişi, bazen bir şifacı veya kahin anlamına da gelirmiş. Bu nedenle zaman zaman özellikle köyün kadınları cadıları ziyaret eder ve ailelerinin geleceği hakkında onlara danışırlarmış.
Bu köylerden birinde kalabalık bir ailenin en büyük kızı olarak dünyaya gelen Freya, anne atalarından yadigar mermer beyazlığında teni ve elma kırmızısı yanaklarıyla tatlı bir kız olmasının yanı sıra diğer kız kardeşlerine kıyasla çok daha akıllıymış.
Çoğunlukla kardeşleriyle ya da köyün haylaz çocuklarıyla oyun oynamak yerine çalışan babasının terzi dükkanında ona yardım eder veya annesiyle ormanda şifalı bitki toplamaya gidermiş. Freya’nın sınırları olmayan bu dünyayı keşfetme ihtiyacı ve yeni bir şeyler öğrenmeye duyduğu bitmeyen isteği kimi zaman ailesine yoruyormuş. Çoğunlukla erkek çocuklarına has davranışlarda bulunuyor, ormanda macera aramaya ya da annesine, saatlerce mesafedeki dağda nadir bulunan çiçeklerden toplamaya gidiyormuş. Bu böyle tam 16 yaşına kadar sürmüş.
Kızlar büyüdükçe etraflarında evlilik çağına gelen erkekler dolanmaya başlamış. Birbirinden güzel bu kardeşleri kendilerine gelin isteyen aileler annelerine ulaşıyor, kızlara karşılık altınlar, hayvan sürüleri, bağ-bahçe ve bazen de ellerindeki önemli eşyaları teklif ediyorlarmış. Anneleri ise cebi kabarık adayları değerlendiriyor, kalanlara ise bahaneler uydurarak yolluyormuş. Yabancı erkeklerin ve özellikle şehvet düşkünü tanrıların bakışlarından onları korumak için geceleri odalarının camlarını sıkı sıkı kitliyor, gezdikleri saatleri takip ediyor ve kızlarının yalnız başına köyde dolaşmalarına izin vermiyormuş. Bu disiplini ve tutumuyla gurur duyarmış. Ne yazık ki dik başlı kızı Freya hariç. Onun da dizginlerini ele almak lazım diye düşünürmüş. Fakat ne zaman bu akıl almaz davranışlerı yüzünden Freya’ya ceza verecek olsa kocasının koruma kalkanı ile karşılaşır, en büyük kızını her zaman daha fazla seven kocasını aşmaya cesaret edemezmiş.
Ne yazık ki kocası ve kendisi için huzurlu emekliliğin tek garantisi kızların her birini eşsiz ganimetler karşılığında evlendirebilmekmiş. Onun kızları, zamanında tanrıların ırzına geçtiği ya da çulsuz bir şovalye bozuntusundan hamile kalan kızlardan biri asla olamazmış.
Onlara da kendisi gibi her zaman büyük hayaller kurdururmuş. Özellikle dolunay gecelerinde kızlarının odasına gelir ve uyumadan önce onlara hep aynı hikayeyi anlatırmış. Yıllar önce yine bir dolunay gecesinde cadının evine nasıl gittiğini ve cadının, ailesinin kaderinde bu köyün bile sınırlarını aşacak büyüklükte bir destan yattığını söylediğinden bahsedermiş. Kızlar da bu hayalin peşinde, kah krallarla kah prenslerle evlendiklerini hayal ederek yataklarında annelerinin gitmesini bekler ve o odadan çıkar çıkmaz da sırayla kimin nasıl zengin bir adam bulacağını tartışarak uykuya dalarlarmış. Freya bu konuda da kardeşlerine pek benzemez, aşkın paradan ve şöhretten daha üstün olduğuna inandığı için kardeşlerine “İleride beni ve ailemi kocaman bahçesi olan dağdaki evimizde ziyaret edebilirsiniz,” diye kafa tutarmış.
Uykuya dalarken de hep daha özgür olduğu bir dünya hayal edermiş. Hatta bu hayallere kendini o kadar kaptırırmış ki bazı dolunay gecelerinde herkes uykuya daldıktan sonra annesinin en sevdiği pelerinini alır, evden kaçar ve ormana tanrılara dua etmeye gidermiş.
Yine böyle ılık bir bahar gecesinde Freya kendini evden dışarı atmış. Boş sokaktan ormana doğru hızla koşarak ay ışığında denizi andıran uzun çalı ve çiçek tarlalarının içine dalmış. Serin yapraklar bacaklarına dokunurken o da bir yandan yıldızları seyrediyormuş. Bir süredir içinde değişimin sancılarını duyumsuyormuş. Onu bu diyardan sürükleyecek büyüklükte bir maceranın yaklaştığını ara sıra tam da karnında hissediyor, bu aniden yükselen heyecan duygusunu da bastırmak için hava almaya dışarı çıkıyormuş.
İşte o gece ormanın kenarında bembeyaz atı ve elbisesinden soylu biri olduğu anlaşılan bir adamla karşılaşmış. Adam onun dolunayın altında parlayan bembeyaz teninden, bal rengi gözlerinden, kendinden emin ve korkusuz tavırlarından öyle etkilenmiş ki Freya’ya aşık olmuş. Bu güçlü, yakışıklı ve kıvrak zekalı adam istediğini elde edene kadar vazgeçmeye hiç niyetli değilmiş. Bu nedenle Freya’yanın aklına girmek için ona birbirinden güzel iltifatlar eder, şiirler okur ve gün doğana kadar onu ormanda gezmeye çıkarırmış. Fakat Freya ne kadar sorduysa da ona ismini hiçbir zaman söylemezmiş. Ailesinden uzak olmak için buraya geldiğini ve eğer ismini öğrenirse ilişkilerinin tehlikeye girebileceğini söylermiş. Sonra ona sarılır, kafasını sıcacık boynuna yaslar, kokusuyla baştan çıkarır ve Freya’yı bu konudan uzaklaştırmak için dokunuşlarıyla onu etkisi altına alırmış. Böylece her dolunayda onu ziyaret etmiş ve zamanla Freya’nın kanına girmeyi başarmış.
Hayatının aşkını bulduğuna emin olan Freya, kardeşlerinin saadeti uzak diyarlarda, erişmesi imkansız tahtlarda ve eşi benzeri görülmemiş fiziksel özelliklerde aradıklarını gördükçe onlara acır, bazen “Peki ya gerçek duygularınız, ya aşık olmak?” diye sorarmış. Aşkla saadet olmuyor diye gülüşen kardeşleri “Dağ evinde aç kalınca görüşürüz!” diyerek onunla alay ederlermiş.
Gel zaman git zaman Freya bir gün hamile olduğundan şüphelenmiş. Arada sırada midesi bulanıyormuş ve kanaması en az 20 gündür geciktiği için şüphesi yerini paniğe bırakmaya başlıyormuş. Yine bir dolunay gecesi kardeşleri uyumadan malum sohbetlerini ederken Freya, kendisinden adını bile esirgeyen aşık olduğu soylu adamın düşlerine dalmış. Hemen evlenebilirlermiş aslında. Birlikte saklanarak geçirdikleri geceler yerine her gün birlikte olacakları bir hayat kurabilirlermiş. Bu bebek aşklarının bir meyvesi olarak onlara daha büyük bir neşe ve mutluluk getirebilir, böylece tüm ailesine mutlu olmak için krallara ve prenslere ihtiyacı olmadığını da kanıtlayabilirmiş. Adam soylu olduğuna göre annesini sevindirecek bir ganimet bile teklif edebileceğini düşünüyormuş.
Kardeşleri uykuya dalınca parmak ucunda evin arka kapısına ilerlemiş ve kurduğu muhteşem hayallerin mahmurluğu içinde salınarak ormanda gizemli adamla buluşmaya gitmiş. Ona hamile olduğu şüphesinden bahsetmiş ve bir aile kurmak istediğini söylemiş. Yüzünden hiçbir ifade okunmasa da keskin bir sessizlik ardından adam, bu haberi mutluluk ve sevgiyle karşılamış. Freya bunun üzerine adama yeniden ismini sormuş ve o zaman aralarında adeta buzdan bir duvar belirmiş. Bu sefer adam onu sıcacık kollarına almak yerine “Bunu ancak evlendiğimiz gün söyleyebilirim,” demiş. Freya bu bebek haberiyle mutluluktan sarhoş birkaç saat geçirmeyi beklerken adam, erken ayrılması gerektiğini ve o gece uzun kalamayacağını söylemiş. “Bir sonraki dolunay gecesini bekle, seni o zaman tam buradan alacağım,” demiş.
Freya dolunay gecesi kendine küçük bir çanta yaparak müstakbel eşiyle buluşmaya gitmiş. Önce heyecanla beklediği birkaç dakika boyunca yerinde duramamış. Ara sıra iç geçirerek yıldızlara bakıyor, aradığı eşsiz maceraya sonunda ulaştığı için tanrılara şükrediyormuş. Fakat saatlerce beklese de kimse gelmemiş, heyecan önce yerini kaygıya sonra da hayal kırıklığına bırakmış. Yine de bir aksilik olduğunu ve adamın muhakkak bir sonraki dolunayda geleceğine inanmak istemiş.
Beklediği her gün biraz daha bezgin hissediyor, kimi zaman aldatıldığı için sinirleniyor ve karnında taşıdığına emin olduğu bu bahtsız çocuğun piç doğacak olması, onu çaresizlikler içinde yıkıyormuş. Böylece tam 3 ay geçmiş.
Karnı şişmeye başlayan Freya sonunda adamdan ümidini kesmiş. Bunu kimseye belli etmeden çözmek durumundaymış. Annesi anlayacak, onu köyde yaşlı ve dul bir adamla evlendirecek diye öyle korkmuş ki sonunda tek çare bir cadıya gitmeye karar vermiş. Annesinin yıllar evvel yaptığı gibi dolunayı beklemiş ve tam bir gün öncesinde kardeşleri ve babası uykuya daldıktan sonra şöminenin başında örgü ören annesinin yanına gitmiş. Arada sırada onunla özel bir konuda konuşmak istediği zamanlarda yaptığı gibi dizlerinin dibine oturup örgüsünü izlemeye koyulmuş. Son dönemde kızlarının talipleriyle keyfine keyif katan annesi, kızlarıyla daha özel bir ihtimamla ilgilenir olmuş. Kızını böyle görünce “Benim güzeller güzeli kızım, ne oldu bakalım anlat,” demiş. Bir yandan da bu başına buyruk davranışları yüzünden başına bir şey mi geldi diye meraklanıyormuş. Freya lafı dolandırmadan cadıyı sormuş. Kızının bu sorusu üzerine bu sefer de içine bir ateş düşmüş, kafasından yüzlerce senaryo geçmiş, yüzü pişmanlık ve korkudan bembeyaz olmuş. Biliyormuş ki bir kadın cadıya ancak son çare olarak gitmeye cesaret edermiş. Endişeyle kızının saçlarını okşamış. “Ne oldu anlat annene. Neye çare ararsın?”
Ancak Freya akıllılık etmiş ve annesine, cadıya kendi evlilik kehanetini sormak için gitmek istediğini çünkü bir gece önce rüyasında kralla evlendiğini gördüğünü söylemiş. Bu müjde adeta odada yankılanmış. Bu sırada şöminede yanan odun kıvılcımlar içinde kırılmış, ateş bir anda harlanmış, yabancı bir rüzgar üç gözlü evin taştan duvarlarını yalayarak camlarını yoklamış. Anne de kız da enselerinde bir ürperti hissetmişler.
Bu alametler üzerine beklediği günün sonunda geldiğini düşünen anne, Freya’ya cadının ormandaki evini nasıl bulacağını bir bir anlatmış. “Bu alametleri görmek için büyücü olmaya gerek yok, kutsal bir evlilik için her riski almaya değer. Hem bir zamanlar ben de cadıya gitmiştim. Bak ne hayırlı oldu, senin için de öyle olacak biliyorum,” demiş.
Cadıya dolunay günü gitmesini ve gün ışığında yolunu bulabilmesi için sabaha karşı evden çıkmasını söylemiş. Yola çıkarken önce patikayı ve yol bittiğinde ormanda ağaçların yosun tutmuş gövdelerinin gösterdiği yönü takip etmesini, eğer dereye ulaşmayı başarırsa, aktığı yönün tersine giderek cadının evini bulmasını tembihlemiş. Bir de yanına pahada az ancak maneviyatta mutlaka kıymetli 3 eşya almasını söylemiş. Bunları kehaneti karşılığında cadıya armağan etmesi gerekiyormuş.
Freya o gece kendine bir yolculuk çantası hazırlamış ve içine kıymet verdiği 3 eşya koymayı da unutmamış. Dağların eteğinden kardeşleriyle topladıkları ve yılda sadece bir ay yetişen kokulu dağ çileklerinden bir kese yapmış. Hala sakladığı ve bir zamanlar aşık olduğu adamın ona hediye ettiği saç bandını eklemiş. Bu çocuğunun babasından ona kalan tek eşyaymış. En sonunda da babasının ceviz ağacından yaptığı ve çocukken ona ormanda kaybolmasın diye verdiği düdüğü koymuş.
Sabaha karşı gitmeden uyuyan kardeşlerinin yanaklarını tek tek öpmüş, babasının saçlarını okşamış. Olur da yeniden görmem diye onlara son bir kez uzun uzun bakmış. Belki köydeki yaşantısını değil ama ailesini her şeyden çok seviyormuş. Annesi elinde en kıymetli peleriniyle kızını yolcu etmek üzere kapıda bekliyormuş. Ona “Giderken bu hep sırtında olsun kızım. Bana bu pelerini yıllar evvel ninem vermişti, verirken de pelerinin efsunlu olduğunu ve beni lanetlerden koruyacağını söylemişti. Ben cadıya giderken bu pelerini giymiştim. Yoluma hiçbir bela çıkmadı. Kaderini aradığın bu yoldapelerinim sana da yoldaş olsun,” diyerek onu yolcu etmiş.
Freya heyecandan titreyen ellerini annesinin pelerinine sarmış, şimdi sönmek üzere olan şömineye, annesinin örgü koltuğuna ve sıcacık evine son bir kez bakmış. Evini ilk kez bu kadar uzun terk edecekmiş. Açık kapıdan içeri dolan soğuk havaya karşılık evinin buğday ve ılık reçel kokusunu içine çekmiş. Dışarı adım atarken ne olursa olsun dönebileceğim bir evim var diye düşünerek cesaretini toplamış ve annesini kapı eşiğinde bırakarak ormana uzanan patikayı yürümeye başlamış. Bundan sonra yalnız olacak ve karşılacağı zorluklarla da kendi başına mücadele edecekmiş. Elinde dağa giderken taşıdığı ağaçtan sopası ve omzundaki çantasında babasının dolabından aldığı hançeri ona güven veriyormuş. Ancak bir yandan da zehir gibi içinde yayılmaya başlayan korku onu duraksatıyor ve derin bir nefes alma ihtiyacına neden oluyormuş. Bu korku onu ileride bekleyen derin orman ya da cadının söyleyeceklerinden değil, çocuğun akıbetinin ne olacağı sorunundan besleniyormuş. Dul bir adamla evlenmekten daha kötü ne olabilir! diye söylenmiş. Tanrı korusun diye kendini ikna etmeye çalışmış.
Artık aşina olduğu yolun sonuna geldiğinde dağların ardında gün doğuyormuş. Son bir kez ardına bakmış ve sık ağaçlardan oluşan karanlık ormana dalmış. Uzak dallardan kuşların sesleri yankılanıyor, gittikçe yükselen böcek vızıltısı ormanın içinde adeta bir buluta dönüşüyormuş. Kızgın güneşin boşalan ışıklarıma yer yer izin veren dallar, ormanın zemininde aydınlık lekeler bırakıyormuş. Freya, ormanın aşina olduğu ortamında biraz daha rahatlamış. İlerledikçe doğru yönde gittiğine emin olmak için ağaçların yosun tutmuş yönlerini kontrol ediyormuş.
Ardına bakmadan saatlerce yürümüş. Bir süre sonra yorulmuş ve bulduğu bir kayanın üzerine oturararak biraz nefeslenmeye karar vermiş. Ormanı, rüzgarın savurduğu dalların sesini ve etrafını dinlemiş. Annem şu anda akşam yemeği için hazırlıklara başlamış, kardeşlerim çamaşır ve temizlikle ilgileniyor ve sevgili babam da öğle yemeği için ara veriyordur diye düşünmüş. Köyden hala çok uzak olmadığını bilerek güvende olduğuna duyduğu inançla biraz rahatlamış ve acıktığını fark ederek annesinin hazırladığı taze buğday ekmeğiyle karnını doyurmuş. Sonra daha fazla vakit kaybetmeden yoluna devam etmiş.
Güneş inmeye başlarken Freya artık ormanın derinliklerindeymiş. Ferah hava ciğerlerini dolduruyor, hala yer yer dalların arasından sızan güneş ona eşlik ediyormuş. Çok geçmeden karnı yeniden acıkmış. Son aylarda artan bu iştahının sebebini annesinden gizlemek ona eziyet gibiymiş. Bazı günler aşerdiğini hisseder, dayanamaz ve annesini övgülerle kandırarak olmadık bir yemek istermiş. Böyle zamanlarda annesi de yemeklerinin aldığı övgüden hoşnut “Kim bilir hamile olsan neler isteyeceksin. Madem, yapalım,” diye hayranını memnun etmekten kendini alamazmış. Bir süre daha dirense de sonunda dayanamamış ve aklından bir türlü çıkaramadığı kokulu dağ çileklerini yemeye karar vermiş.
Güneş batarken durmuş ve yeniden ormanı dinlemeye başlamış. Şimdiye kadar ne bir hayvan ne de bir insanla karşılaşmadığı için sevinirken çalıların arasında bir çıtırtı gelmiş. Hemen kulak kesilerek bir ağacın dibine çömelmiş. Biraz ilerisinde başlayan çalıların ardında bembeyaz ve iri bir geyik belirmiş. Doğrudan ona bakan bu devasa hayvan öyle büyüleyici ve tanrısal bir güzelliğe sahipmiş ki, Freya bunu bir işaret sayarak onu izlemeye karar vermiş. Geyik sakin adımlarla belli bir yönde ilerlemeye başlamış ve bir süre sonra durup Freya’ya bakmış. Ayağa kalkan Freya’dan korkup kaçmamış ve onu beklemiş. Bir süre belli bir mesafeyi koruyarak ilerlemişler. Sonunda Freya, uzaktan derenin sesini duymuş. Sevinçle canlanan yüzünde bir gülümseme belirmiş ve sese doğru hızla yönelmiş. İrili ufaklı taşların üzerinden çağlayan buz gibi derenin kenarına varınca önce kana kana suyundan içmiş. Sonra da elini yüzünü iyice temizlemiş. Teşekkür etmek için gözleriyle geyiği arasa da bir türlü görememiş. Bu kutsal hayvan ona yol göstermeye geldi diye düşünerek içinde bir umut kıpırtısı hissetmiş. Artık yolun sonuna yaklaştığını biliyormuş.
Derenin aktığı yatak kıvrıla kıvrıla ormanın içine doğru uzanıyormuş. Freya annesinin tembihlediği gibi akıntının tersine doğru yürümeye başlamış ama bir süre sonra dere çatallanmış ve farklı yönlere akan iki kola ayrılmış. Çaresiz ne yapacağını düşünürken, derenin kenarında hem yaşlı hem de çok zayıf bir kadınla karşılaşmış. Zavallı kadının yüzü öyle buruşuk, kıyafetleri o kadar kirliymiş ki Freya bir an yaklaşmaya korkmuş. Fakat tek çaresi yolu kadına sormak olduğu için yanına yaklaşmak zorunda kalmış. Yaklaşınca da zavallı kadının gözlerinin kör olduğunu anlamış. Freya’nın sesini duyan kadın korkudan ellerini yüzüne kapayıp “Lütfen, bana zarar verme,”diye yalvarmaya başlamış.
Freya kadının haline çok üzülmüş ve ona neden ormanda yalnız olduğunu sormuş. Kadın yıllardır avcılık yapan oğluna eşlik ettiğini ne zaman ormana gelse onu yalnız bırakmadığını söylemiş. “Bir tane oğlum var. Ne o beni, ne de ben onu yalnız bırakabilirim ama kayboldum. Ne zaman uzaklaşsam oğlumun bana verdiği düdüğü çalardım ve kendisinin beni bulmasını beklerdim, fakat düdüğü dereye düşürdüm. Belki bulurum umuduyla yapayalnız kalmışken tanrıların şansı ki seninle karşılaştım,” demiş. Bunun üzerine Freya dayanamamış ve babasının onun için yaptığı düdüğü kadına armağan etmiş.
Kadın o kadar sevinmiş öyle minettar olmuş ki, onun için nasıl bir iyilik yapabileceğini sormuş. Cadının evini aradığını söyleyince de gülümsemiş ve derenin sağ kolunu takip ederek yola devam etmesini tembihlemiş. Freya yaşlı kadından ayrılınca bir süre daha yürümüş.
Gün batıp hava yavaş yavaş kararmaya başlarken ağaçların arasından dolunayı görümüş. Dizlerinde kalan son dermanla o yöne doğru ilerlemiş. Yosun tutmuş odunlardan yapılma eski bir evin önüne gelince de durmuş. Evden yayılan rutubet ve kömür kokusu dikkat çekiyormuş. İyice yaklaşınca normal bir insanın sığamayacağı küçüklükte kapısını görmüş, üzerinde demirden büyük bir tokmak varmış. Çalmadan önce içeriden ses geliyor mu diye kulak kabartıp dinlemiş. O sırada kapı gıcırdayarak aralanıvermiş.
Bunun üzerine Freya ilk kez korkmuş ve nefesini tutarak bir adım geri çekilmiş. İçeriden tatlı dilli, davetkar bir kadının sesi gelmiş “Yorulmuşsundur, içeri gelsene. Sıcacık çorba yaptım,” Açlığına dayanamayan Freya, önce temkinli bir şekilde kapıyı itmiş ve ardından eğilerek içeri bir adım atmış. O içeri girdiği anda kapı arkasından hızla geri kapanmış.
Şöminenin aydınlattığı odayı sessizce incelerken bir yandan da gözleriyle sesin sahibini arıyormuş. Evin girişi salon ve mutfaktan oluşan kocaman bir odaya açılıyormuş. Odanın tam ortasında dumanı tüten, kapkara bir kazan, bir ucunda taştan bir şömine, şöminenin yanındaki duvarda ayaklarından asılı yarasa ve kuş ölüleri, diğer yanında üzerinde kalın deri kitaplar bulunan ağır ahşap bir masa, etrafta çeşit çeşit kurutulmuş bitkiler ve daha pek çok malzeme varmış.
Elinde bohçasıyla şaşkın şaşkın bakınan Freya, sadece tedirgin bir “Merhaba,” diyebilmiş. Bunun üzerine odanın karanlıkta kalan köşesinde perdeye benzer kalın bir örtü havalanarak açılmış ve bir silüet görünmüş. Yüzünü başlangıçta göremese de beliren kişinin ince uzun bir kadın olduğunu anlayabiliyormuş. Buradan dönüş yok! diye düşünerek beklemiş. “Hoş geldin Freya. Ben de seni bekliyordum, ” Silüet yavaş yavaş ışığa doğru yürüyünce esmer, simsiyah uzun saçları beline kadar örülmüş, orta yaşlarında olduğu belli, düzgün yüz hatlarıyla güzel bir kadın belirmiş.
Freya kadının gencecik haline şaşırsa da belli etmemeye çalışmış fakat cadı aklından geçenleri anlayınca; “Tüm cadıları çirkin ve yaşlı sanıyorsunuz ama ben hiç de öyle korkunç görünmüyorum, değil mi?” demiş. Gülümsüyor fakat bir yandan da sanki bir ıssırık almak ister gibi devamlı onu süzen gözleri tekinsiz parlıyormuş.
Ona sadece gülümsemekle yetinen Freya’yaya hazırladığı çorbadan ikram etmiş, karnını doyurmuş ve şöminenin önünde samandan güzel bir yatak hazırlamış. Sonra da “Benim adım Bestla ve sana evimi açıyorum,” demiş. Sanki hiç de ürkütücü bir varlık değilmiş gibi “Artık korkmana gerek yok. Bu gece iyice dinlen. Yarın sabah konuşuruz tamam mı?” diyerek Freya’nın saçlarını okşamış. Karşı koymaya korkan Freya, isteği karşılığında cadının soracağı 3 kıymetli eşyadan geriye sadece saç bandı kaldığı için tedirginmiş. Bu konuyu gündeme getirmek yerine dinlenmek işine gelmiş ve sıcacık yatağında yorgunluğuna teslim olmuş.
Ertesi sabah uyandığında evde kimse yokmuş, ne olur ne olmaz yatağından dışarı adım atmadan öğlene kadar Bestla’nın gelmesini beklemiş. Elinde yakaladığı tavşan ve sepetinde topladığı yemişlerle cadı, küçücük kapıdan gülümseyerek içeri girince “Eh aç mı kalalım, haydi gel güzel bir kahvaltı yapalım birlikte,” demiş. Sofrayı hazırlarken bir yandan da Freya’ya topladığı yemişlerin özelliklerini ve nasıl kullanılacağını anlatıyormış. Tavşandan yahni yaparken onu nasıl avlandığını, evdeki şifalı bitkilerin ne işe yaradığını ve ormanda onu koruyan sihirli hayvanlarından söz etmiş. Freya belki geyik de onun sihirli hayvanlarından biriydi, kendisine bu denli ürkütücü gelen cadı aslında pekala iyi niyetli biri de olabilir diye düşünmüş. Freya akşama doğru cadının verdiği işleri yapmaktan ve onu dinlemekten yorgun düşünce sonunda dayanamamış ve konuyu açmaya karar vermiş. Fakat cadı onu geçiştirmiş.
Freya ne zaman konuyu açacak olsa cadı onu hep geçiştiriyor, hatta bazen sinirleniyormuş. Bu böylece haftalarca sürmüş. Freya konuya girmek için doğru zamanı beklerken bir yandan cadıya yardım ediyor bir yandan da evin gündelik işlerini yapıyormuş.
Bu sırada karnındaki bebek de büyümeye devam ediyor, karnı artık neredeyse elbiselerinden belli oluyormuş. Duruma çare ararken düştüğü hal sonunda bir gün canına tak etmiş. O gece cadı işlerini tamamlayıp odasına giderken onu durdurmuş ve ısrarla kendisini dinlemesini istemiş. Fakat Bestla bezgin bir yüz ifadesiyle ona bakarak, hamile olduğunu zaten bildiğini ve kendisine bu bebekten kurtulmak için gelmiş olsa da aslında onu doğurması gerektiğini söylemiş. Freya bebeğe bakamayacağını söyleyince de ona bir teklifte bulunmuş “Zaten bu dileğin karşılığına bana verebileceğin hiçbir şey yok. Madem ailen seni böyle kabul etmiyor o zaman benim sözümü dinle. Burada benimle yaşa, ben de bu bebeği dünyaya getirmene yardım edeyim. Böylece sağ salim evine dönersin. Karşılığında ise çocuk benim olur ve ondan ebediyen kurtulmuş olursun,” demiş. Freya çaresiz cadının teklifini kabul etmek zorunda kalmış.
Aylar boyunca cadının yamağı olmuş. Elbiselerini dikmiş, evini temizlemiş, iksirlerine yardım etmiş. Bir yandan da Bestla’dan kadim büyüler ve cadılık hakkında bilgiler öğrenmiş. Artık kendini daha güçlü hissediyor, kimi zaman bu çocuğu yalnız büyütebileceğine bile inanıyormuş. Yine de cadıya verdiği sözden dönmeyi gözü kesmiyormuş.
Sonunda bir dolunay gecesinde Freya sancılanmış ve sabaha kadar kıvrandıktan sonra yağmurlu bir sonbahar akşamı, sapsarı saçları, al al yanakları olan bir oğlan çocuğu dünyaya getirmiş. Doğar doğmaz da çocuğa büyük bir sevgiyle bağlanmış. Onu bir türlü cadıya bırakıp gidememiş. Önce emzirmek için sonra da farklı bahanelerle oğluyla birlikte kalmış. Bestla da sesini çıkarmış, hatta zamanla yoldaşı bile olmuş. Başlangıçta oğluyla yalnız bırakamadığı cadı bir süre sonra Freya’nın güvenini kazanmayı başarmış. Bazı zamanlar ona üzülen Freya, kendini ormanda yalnız başına yaşayan bu kadına bir arkadaş gibi görmüş.
Annesinin baskısından kurtulmak, ormanda özgürce dolaşmak, bitkileri ve hayvanları öğrenmek, hatta kendi kendine büyüler yapmak hoşuna bile gider olmuş.
Fakat ailesi bir türlü aklından çıkmıyormuş. Hatta zaman zaman babasına duyduğu özlem dayanılmaz hale geliyor, içten içe özellikle de en sevdiği kızını aramaya gelmemesine içerliyormuş. Bir gün daha fazla dayanamamış ve oğlunu artık güvenebileceğine inandığı Bestla’ya emanet ederek köyüne, babasını ve kardeşlerini görmeye gitmiş. Bir zamanlar tedirginlikle girdiği karanlık ormanı şimdi gayet iyi tanıyor, atını son hızla sürerek en kısa sürede evine ulaşmaya çalışıyormuş.
Gece yarısı köye yaklaşınca atını dışarıdan görünmeyecek şekilde bir ağaca bağlamış ve sırtına annesinin ona verdiği pelerini alarak patikayı geri yürümüş. Her şey yıllar önce nasıl bıraktıysa aynı öyle duruyormuş. Babasının onun için ağaca kurduğu salıncak, oduncunun kulübesi, atları bağladıkları samanlık... Ortalıkta insan göremeyince hafif adımlarla kendi evine doğru koşmuş. Solgun şömine ışığının sızdığı pancerinin diğer tarafında, perdelerin arasından sıcacık evine bakınca annesini yalnız, şöminenin başında örgüsünü örerken görmüş. Belki kızını merak etmiştir ve hatta özlemiştir diye düşünmüş. Kalbini kaplayan kaygı hava soğuk olmasa da onu titretmiş, içten içe az sonra yaşayacakları için şimdiden gerilmesine sebep olmuş. Diğer bir yandan da bunca yılın ardından, o nelere göğüs germişken annesinin ya da babasının bir kez bile onu aramaya gelmemiş olması içinde hesap sorma duygusu uyandırıyormuş.
Annesi gerçekten de Freya’yı karşısında görünce mutluluktan gözyaşlarını tutamamış. “Senin öldüğünü düşündük. Baban da bizler de ormanda günlerce seni aradık ama izine rastlayamayınca kabullenmek zorunda kaldık kızım. Nerelerdeydin, başına neler geldi?” Freya, bu sevgi gösterisi karşısında bir anda yaşadığı rahatlama ve mutluluk ile annesine sarılmış. Onun yumuşayan kalbine güvenerek başına gelenleri bir bir anlatmış, ancak cadıya yine de güvenemeyeceğini, oğlunu da alıp evine dönmek istediğini söylemiş. Dinlediği bu olaylar karşısında donakalan annesi önce odada kaybettiği bir şeyleri arar gibi etrafa bakınmış. Ardından kınayan bir ifadeyle kızını süzmüş ve Freya’nın duymaya korktuğu sözler dudaklarından dökülmüş. “Sen bu ailenin yüz karası mı olacaksın? Ben seni böyle mi yetiştirdim? Baban senin gibi bir kızı olduğunu öğrense bir daha işini yapamaz, kimsenin yüzüne bakamayız. Kız kardeşin önemli bir toprak sahibiyle evlenecek, bizi ailelerine kabul ettiler. Senin yüzünden geleceğimizi tehlikeye mi atalım istiyorsun?” Bu hesap sorma anından hemen sonra paniğe kapılarak ayağa fırlamış ve Freya’yı kolundan tutarak “Haydi kalk! Baban da görmeden kaybol bu köyden ve nerede yaşıyorsan hayatına orada devam et. Belli ki sen bu aileye hiç ait olmamışsın!” demiş. Gözleri yaşlarla dolu Freya, söylemek istediği yüzlerce cümleyi boğazında tıkayarak kapıya yönelmiş. Öyle üzülmüş öyle sinirlenmiş ki pelerinini bile almadan evinden son kez ayrılmaya karar vermiş ve koşarak ormana, atını bıraktığı yere gitmiş. Bütün gece ağlayarak ormanda yol almış ve sabaha karşı Bestla’nın evine vardığında bir an önce oğluna sarılmak isteğiyle aralık duran kapıdan içeri dalmış. Fakat evde kimseyi bulamamış. Ne oğlu, ne cadı ne de nerede olduklarına dair bir işaret...
Kalbine yayılan korkuyu bastırmak için evin içinde bir sağa bir sola volta atıyor, gelirler diye bekliyormuş. Güneş inmeye başladığında hala kimseler yokmuş. Kalbinde büyük bir ağrı, midesinde kramplar, aklında kara kara düşüncelerle atına atladığı gibi ormana dalmış ve bildiği her yerde onların izini aramış. Kah seslenmiş kah atını dört nala vurup dağları tepeleri aşmış, köyleri gezmiş ama ne çare. Böylece günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Freya üzüntüden perişan, geceleri ağıtlar yakmış, cadının kitaplarını karış karış okuyup iz sürebileceği büyüler araştırmış. Ancak oğluna dair bir ipucunu dahi bulamamış.
Yıllar geçmiş... Freya oğlunu bulmak için çareler ararken cadının evinde, onun hayatını sürmeye başlamış. Büyüler iksirler öğrenmiş, bilge bir kadın haline gelmiş. Hatta gel zaman git zaman onu ziyarete gelen insanlara yardım bile etmiş. Öğrendikleri Freya’ya yeni güçler kazandırmış ve sahip olduğu güçler Freya’yı değiştirmiş. Yalnız yaşamasına rağmen korkusuzmuş hatta gözü pek bile sayılabilirmiş. Bir keresinde kaybolan iki avcıyı evinde misafir etmek durumunda kalmış. Adamlar başlangıçta kibar ve terbiyeli gibi davransalar da sonradan sarhoş oldukça kontrolü kaybetmeye ve onu hırpalamaya başlamışlar. Bir yandan edepsiz sorular sorarak onu sıkıştırıyorlar, bir yandan da orasını burasını ellemeye çalışıyorlarmış. Freya, bu işin sonunda zarar getireceğini anlayarak adamlara son kadehlerini ikram etmiş. Zor zamanlar için sakladığı bu iksir sayesinde adamları hipnotize ederek ormanın derinliklerine, uzunca bir yürüyüşe yollamış.
Bir gün de yine ormanın derinliklerinde atıyla gezerken yıllar önce ona yol gösteren beyaz geyikle karşılaşmış. Sessizce onu takip etmiş. Sonunda onu büyüleyen, tanrısal güzelliğe sahip bu hayvana yakından bakmak için atından inmiş ve yavaşça yanına yaklaşmış. Freya ona yaklaşmaya korkmadığı gibi geyik de hiç çekinmiyor ve ondan kaçmıyormuş. “Sen kutsal bir hayvansın, bunu biliyorum. Bana cadının evini sen göstermiştin. Şimdi de bana oğlumun nerede olduğunu göster. Karşılığında ne istersen vereceğim,” deyince geyik ona anlamlı gözlerle bakmış. Kısa bir süre sonra ipek görünümlü tüylerinden erafa ışık hareleri yayılmaya başlamış. Geri çekilen Freya geyiğin sadece bir hayvan olmadığını anlamış. Işık topu hızla büyüyerek karanlık ormanın içerisinde bembemyaz bir güneşe dönüşmüş ve geyik bu ışığın içinde seçilemez hale gelmiş.
Göz kamaştıran bu ışık topunun ardında yarı çıplak, bembeyaz kürkten bir kumaşa sarınmış bir adam belirmiş. Yıllar evvel ona döneceğine dair söz veren, aşık olduğu ve oğlunun babası olan o adam. Şaşkınlıktan dili tutulan Freya, içinde bir damla bile sevgi kalmasa da kalbinde bir sızı ve terleyen ellerinden heyecanını hissetmiş. Yaşlanmamış yüzü, kurnaz bakışları ve meydan okuyan ifadesiyle adam işte sonunda tam karşısındaymış. Freya bir yandan kandırıldığı ve bir oyunun içinde olduğunu düşündüğü için tedirgin, bir yandan da sonunda oğlunu bulabileceğini düşündüğü için heyecanlanmış. Eğer bu adamı, tanrıyı elinden kaçırırsa oğlunu da tamamen kaybedeceğini düşünerek konuşmaya karar vermiş. “Sen bir tanrı mısın?” Adam ona sadece kafasını sallayarak yanıt vermiş. Freya soğukkanlılığını koruması gerektiğini bilerek “Bu nedenle bana ismini hiç söylememiştin değil mi?” diye sormuş. Bu soruya aslında bir yanıt beklemiyormuş ama onu bu kadar umursamaz gördükçe hesap sormak isteği düşüncelerini manüple ediyor, içinde kabaran intikam körükleniyormuş.
Sonunda adam konuşmuş. “Sana oğlunu gösterebilirim ancak benimle tanrıların evrenine yolculuk yapman gerekecek. Oğlun annemin yanında ve artık sarayda yaşıyor,” Freya ağzı açık onu dinlerken o rahat bir tavırla yaklaşmış. Şimdi kokusu yabani bir çiçeği andıran, teninin sıcaklığı güneş gibi yakan, aynı zamanda tehlikeli bir hayvan gibi avını gözleyen bu tanrı, ona sadece bir nefes mesafede iradesini sınamaya hazırlanıyormuş. “Oraya seni ancak bir hayvan kılığında götürebilirim. Böylece oğlunu uzaktan da olsa görebilirsin,” Rüzgar kadar hafif adımlarla arkasına geçmiş. Şimdi nefesini ensesinde, saçlarında hissedebiliyormuş. “Fakat saraya giremezsin, ahırda bekleyeceksin. Eğer merakına yenik düşer ve içeri girersen kardeşlerim seni kurban eder ve yerler. Bu durumda seni korumam imkansız,” demiş ve uzaklaşmış. Freya hemen arkasını dönerek şimdi en az üç metre mesafeden onu izleyen adama bakmış.
Vücuduna yayılan titremeye ve hakim olamadığı sarhoşluk hissine yenilmemeli, oğlu için savaşmaya devam etmiliymiş. Vakit kaybetmeden teklifi kabul etmiş. “Beni yarın aynı saatte buradan alabilirsiniz. O zamana kadar hazırlanmam lazım,” diyerek zaman kazanmaya çalışmış. Tanrı ona gülümseyerek belli belirsiz bir selam vermiş ve ormanın derinliklerine doğru uzaklaşmış.
Eve dönen Freya, bir hışımla Bestla’nın yatak odasına dalmış. Geçmişte cadının temizlemesine dahi izin vermediği bu tozlu rafların arasında tanrılar diyarı hakkında ne bulabiliyorsa araştırmış. Karşılaştığı tanrının kim olduğunu anlamak ve ona göre bir plan yapmak istiyormuş. Bir insan veya yeni yetme bir cadı olarak baş edemeyeceği tanrıları ancak akıllı hareket ederse ve kendi silahlarıyla vurursa yenebilirmiş. Eğer onların evreninde bulunan sonsuz enerji kaynaklarından birine ulaşabilirse hayatta kalabileceğine ve hatta oğlunu geri alabileceğine inanıyormuş. Mucizevi güçleri olan bu enerji kaynakları sadece tanrılara değil insanlara da hizmet etmek üzere yaratılmış olmalı diye düşünmüş. Saatler sonra sayfaların arasında bir tanrıçaya rastlamış. Ormanda yaşayan ve yetiştirdiği büyülü elmalar sayesinde tanrılara güzellik, sonsuz yaşam ve daha kim bilir nasıl büyülü güçler bahşeden bu tanrıçanın adı Iduna’ymış. Bu elmalardan birine ulaşabilirse kurtulabileceklerini düşünmüş ancak bunun için öncelikle tanrıların evrenine gitmeli, ormana ulaşmalı ve tanrıçayı ikna etmeliymiş.
Yüz yıllardır her şeyi görmüş ve deneyimlemiş bir varlığa ne armağan edilebilirmiş ki... İsteyeceği elmanın karşılığında tanrıça onu lanetleyebilir veya bedelini canıyla ödetebilirmiş. Tanrılar her zaman beklenmedik karşılıklar ister, insanoğlunu cahil ve çaresiz görmeyi severlermiş. Böylece oğlunu kurtarmanın bedelini anlamış. Zaten oğlu olmadan yapayalnızmış ve yaşamının hiçbir anlamı yokmuş. Annesine duyduğu öfkesi hala sönmediğinden geri dönmek söz konusu bile değilmiş. “Yaşadığım şu hayat kimi zaman keyifli olsa bile sonu yalnızlık ve ölüm olacak...” diye düşünmüş. Bu vazgeçişi fedakarlık olarak değer görürse durum tam tersi de olabilir, işin içinden pekala daha az yarayla da sıyrılabilirmiş. Bazı tanrıçaların bu gibi fedakarlıklar karşısında merhamet gösterdiği ve zavallı insanların canını bağışladığı bile oluyormuş. Riskli bir plan olmasına rağmen başarırsa oğluyla dünyaya dönebileceğini ve onu kendi elleriyle yetiştirebileceğini düşünüyormuş.
Önce mutfağa geçmiş ve çeşitli kurutulmuş bitki parçalarından oluşan bir karışım yapmış, ardından büyük bir ateş yakarak kendine bakır küvette bu bitki karışımından sıcak bir banyo hazırlamaya koyulmuş. Küvete girmeden önce kazanını kaynatmış ve ertesi gün kullanmak üzere zihin açan bir iksinir yapmış. Sonra da şöminesinin önünde onu bekleyen ve üzerinde çiçeklerin dumanı tüten sıcacık küvete girip gözlerini kapamış. Eskisi gibi taze bir gençkız olmasa da güzelliği hala gözle görünür biçimde dikkat çeken Freya, tanrıların şehvet düşkünü ve açgözlü karakterlerini gerekirse lehine bir plana dönüştürmesi gerektiğini de biliyormuş.
Gün doğarken uyumuş ve hava karardığında sakin bir şekilde uyanmış. Bestla için beyaz tüllerden diktiği elbiseyi giymiş. Etkilemesi gereken ilk kişi ismini bir türlü bulamadığı ve oğlunun babası olan tanrıymış. Atını giydirip binmeden önce, bir zamanlar Bestla’dan öğrendiği gibi onunla konuşmuş. Ona cesur olmasını söylemiş ve hiç tereddütsüz sırtına atlayarak buluşacakları yere doğru yola çıkmış. Yüzlerine çarpan serin rüzgarı göğüsleyerek bir süre ilerlemişler. Freya odağını bozmamak için sadece yola konsantre olsa da ara sıra aklına gelen düşüncelerden de uzaklaşamıyormuş. Belki tanrı hala bende cezbedici bir kadının izlerini görebilir. Belki... derken aniden kendini durduruyor ve sinirlenerek atını daha hızlı sürmek için kamçılıyormuş. Böylece buluşacakları yere beklediğinden erken varmış. Ortalıkta kimse yokmuş. Heyecanını dindirmek için önce biraz nefeslenmiş. Sonra yüksek ağaçların dalları arasından görünen yıldızlarla dolu gökyüzüne bakarak bir süre gezinmiş. Tanrıları her zaman gökyüzünde hayal edermiş. Bir süre sonra izlendiğini hissetmeye başlamış, ara sıra etrafına bakınıyor, tehlikelere karşı tetikte olmaya çalışıyormuş.
“Demek bana güvenmiyorsun...” Freya bu sesi uzun zamandır bu kadar samimi duymadığın hatırlamış. Onu göremese de aynı samimiyetle karşılık vermiş. “Sen kendine güvenir miydin?” bunun üzerine karşılıklı gülümsedikleri bir boşluk olmuş. “Her zaman çok cesur bir kadın oldun Freya. Beni etkileyen de bu cesaretindi. Kendine olan inancın, benim kim olduğumu bilmene rağmen ilk karşılaştığımız andan farksız. Gel gelelim yersiz de. Seni şuracıkta yok edebilirim,” Freya kimseyi göremese de elindeki fırsatı kaybetmemek için atından inmiş ve uzaklaşması için kısa bir ıslık çalmış.
Ne yazık ki tanrının kim olduğuna dair hala bir fikri yokmuş ancak onu tanımadığını söylerse başı daha çok derde girebilir diye isteklerine boyun eğmiş. “Kaçmaya niyetim yok, oğlumu görmek için ne isterseniz yapacağım,” Bunun üzerine karanlığın içinde yapılı, uzun boylu bir adam belirmiş. Tamamen çıplak olduğunu silüetinden anlayabiliyormuş. Freya, yüzünü yere çevirerek dudaklarını ısırmış. Bakarsa başına geleceklerden korkuyormuş. Tanrıların çok defa insanları sınadıklarını ve yalanlarını bildiği için bunun bir şehvet oyununa dönüşmesi, oğlunu görememek ve yeniden bir kenara atılmak fikri en son istediği şeymiş. Yaklaştıkça sıcaklığını ve kokusunu duyumsayabiliyor, sadece varlığı bile vücudunda ağır dalgalanmalara neden oluyormuş. Eskiden taparcasına sevdiği bu adamı etkilemek ve ona dokunabilmek çıldırtıcı bir fikir olsa bile mantıklı düşünmeye ve hedefine odaklanmaya karar vermiş. “Gideceğimiz yerde benim hayvan olmam gerektiğini söylemiştiniz. Peki, beni bir kısrağa dönüştürebilir misiniz?”
Herhangi bir yanıt gelmemiş ancak önünde elma büyüklüğünde bir ışık topu belirmiş ve aniden başlayan rüzgarın etkisiyle vücudunda büyük bir hafifleme hissetmiş. Esinti onu derin bir uykuya çekmiş.
İçini ferahlatan, yorgunluğunu alan yoğun çimen kokusu içinde gözlerini açmış. Önce yerinden kalkamamış. Uzun boynunu ve fazladan iki bacağını fark etmiş. Heyecanına ortak olan kuyruğunun rüzgarda savruluşunu hissetmiş. Güçlü vücudunu doğrultup yerinden kalkmış. Kendini ay ışığı altında parlayan ve göz alabildiğine geniş bir vadide bulmuş. Tam karşısında üzerinde keten ve altın işlemeli kıyafetleriyle tanrıyı görüyormuş. Hemen arkasında heybetiyle yükselen kayalara oyulmuş mermer sarayı, etrafına yaydığı kristalden ışık hüzmelerini ve saraydan geldiğini düşündüğü bir şarkı vadiden duyuluyormuş. Bunun üzerine tanrı konuşmuş “Bu şarkıyı bir insan olarak duysaydın muhtemelen delirmenin eşiğine gelmiştin. Bu evrende bunun gibi daha pek çok farkında bile olmadan seni öldürebilecek güç var. Yaşamak istiyorsan ne dersem onu yapacaksın,” Freya itaat ederek kafasını sallamış. “Şimdi hazırsan gidebiliriz,” Birlikte vadiyi yürümeye başlamışlar. Freya bir yandan insan formuna geri dönmeden oğlunu buradan nasıl çıkaracağını düşünürken bir yandan da gördükleri karşısında etkilenmeden edemiyormuş. Ayın yansımasında maviye çalan mermer duvarlarıyla saray, yaklaştıkça daha da görkemli bir hal almış ve bir süre sonra vadi arkalarında kalmış. Kayaların bittiği yerde bulunan büyük ahıra vardıklarında tanrı Freya’ya sabaha kadar burada beklemesini ve gün doğduktan sonra oğlunu at binmeye getireceğini söylemiş.
Freya gökyüzüne baktığında gün doğumuna en az 4 – 5 saat olduğunu anlayabiliyormuş. Bestla’dan yıldızların dizilimine göre zamanı tahmin etmeyi hatta kimi zaman kehanetlerde bulunmayı dahi öğrendiği için içten içe böbürlenmiş. Ahırda kimseler yokmuş. Sarayın asil atlar için özenla hazırlanmış göz göz odaların içinde yemek, su ve yumuşacık bekleyen minderler varmış. Freya tanrının gitmesini beklemiş ve hemen ardından ahırdan kaçmış, yürüdükleri vadiyi dörtnala koşarak geçmiş ve kalın gövdeli ağaçlardan oluşan ormanın önüne geldiğinde duraksamış. Atlar diledikleri zaman vadide dolaşabilsinler diye ahır kapıları her zaman açık bırakılırmış. Bu sayede rahatlıkla kaçıp hiçbir engele takılmadan buraya kadar gelmeyi başarmış.
Ormana ne saraydan yayılan şarkı sesleri ne de vadinin esintisi ulaşıyormuş. Puslu sayılabilecek havasıyla, öten kuşların uğursuz sesleriyle, görünmese de tehlikeli hayvanların dolaştığı izlenimini yaratan görüntüsüyle sanki tanrıların lanetlediği, ürkütücü bir yermiş. Yürürken yaşlılıktan eğilip bükülmüş ağaçların arasından geçiyor, kalın köklerin üzerinden dikkatle atladığı için koşarak ilerleyemiyormuş. Bir yandan korkudan kalbi göğüs kafesini zorlarken bir yandan da dikkatle etrafını inceliyor, karanlık olsa da bir ümit Bestla’nın kütüphanesinde bulduğu o kitapta bahsi geçen sihirli elma ağaçlarını arıyormuş. Ağaçları kimseye yakalanmadan bulabilirse ve sadece bir elma bile koparabilirse planı harika işlemiş olacak diye düşünüyormuş.
Uzunca bir süre yürüdükten sonra bir akarsu sesi duymuş, ilerleyince ormana yayılan pus dağılmış, önündeki boşlukta ay ışığında altında parıldayan bir göl ve ona dökülen küçük bir şelale belirmiş. Etrafta büyük kanatlarıyla rengarenk böcekler uçuşuyor, çiçekler ayın yansımasında minik fenerler gibi ışıldıyor, bu gizemli yer sanki ormanın ortasında sihirli bir vahaya dönüşüyormuş. Manzara karşısında büyülenmiş ve susuzluğuna da yenilerek orada mola vermeye karar vermiş. Bu denli güzel bir yerin aldatıcı ve lanetli olma ihtimalinden içten içe korkuyor, suyundan içip içememek arasında kalıyormuş. Sonra fazla şüheci davrandığını düşünerek yüzünü suya daldırmış ve içmeye başlamış. Bir süre sonra midesi o kadar şişmiş, karnı o kadar büyümüş ki başı dönmeye başlamış. Rengarenk vaha kaybolmuş ve Freya göletin kenarında yere yığılıp kalmış. Uyandığında kendini insan formunda bulunca şaşkınlıkla etrafına bakınmış. Suyun daha kötü bir yan etkisi olmamasına içten içe sevinerek yavaşça yerinden kalkmış. O anda gölün üzerinde yumuşacık bir kadın sesi yankılanmış.
“Demek sen bir insansın,” Kızıla çalan saçları bembeyaz omuzlarına ve yansıyan ışıkta vücut hatlarının gizleyemeyen tülden elbisesi ayak bileklerine kadar dökülen bu kadının dillere desten güzelliği büyüleyiciymiş. Kendisine doğru yaklaştıkça neredeyse ağaçların dallarına dokunacak kadar uzun boylu olduğunu fark etmiş. Normal bir insanın iki katı kadar olsa da zerafeti ve güzelliği karşısında etkilenmemeye olanak yokmuş. “Seni hangi aptal bir kısrağa dönüştürdü ve buraya yolladı?” Freya yüzünü yere çevirerek “Üzgünüm efendim. Ben kaçtım, beni kimse size yollamadı,” demiş. Bunun üzerine tanrıça heyecanla küçük bir kahkaha atmış. “Demek tanrıların evreninde kaçtın ve benim ormanıma sığındın. Pek akıllı değilsin anlaşılan. Fakat bir yandan da merak ediyorum. Neden?” Freya korkudan bacaklarının arasında birleştirdiği ellerini izlerken, kendisine gittikçe yaklaşan tanrıçaya vereceği yanıtı kafasında toparlamaya çalışıyormuş “Sana bir soru sordum, bana doğruyu söyleyeceksin. Yoksa seni kurtlarıma yem yaparım. Kafanı kaldır ve bana bak,” Ormanın uzak bir köşesinden uluma sesi duyulmuş. Dediklerini yapmaktan asla çekinmeyecek bu tanrıçayı daha fazla kızdırmamak için kafasını kaldırmış ve ay gibi parlayan aydınlık yüzüne bakmış.
“Yıllar evvel sarayınızda yaşayan tanrılardan biri beni ziyaret etti ve ondan bir oğlum oldu,” Freya’nın dürüstlüğüne güvenen tanrıça yavaşça yanından geçerek yürümeye başlamış. “Ah! Aile dedikodusunu çok severim! Seni buraya getirdiklerine göre oldukça kıymetli olmalısın,” Tanrıçanın bu ilgisinden cesaret toplayan Freya hemen devam etmiş ve tüm hikayeyi, planları hariç, olduğu gibi anlatmış. Hikayenin sonunda tanrıça sormuş “Peki Freya, benim kim olduğumu biliyor musun?” Sıradan köylü bir kadının, ormanda yaşayan bir tanrıçayı tanıması yeterince şüphe uyandıracağı için “Hayır efendim, ben sadece oğlumu kurtarmaya geldim. Niyetim sizi rahatsız etmek değildi,” Tanrıça sinirlenerek “Ama ettin!” Bunu söylerken simsiyah gözleri çakmak çakmakmış, az evvel kendisini yem edeceğinden bahsettiği kurtların hırıltıları ve ayak sesleri etraflarını sarmıştı. Çareyi gözlerini sımsıkı yumarak ölüme boyun eğmekte bulan Freya bir süre sonra sessizlik olunca yeniden gözlerini açmış. Gülmeye başlayan tanrıça zavallı Freya’nın haliyle eğlenirken “Bu durumda tanışalım, ben Iduna,” demiş. Bunu söylerken gezinmeye ve onu süzmeye başlamış. Sonra tanrılara has ezici bir tavırla “Bu vadiye yayılan orman, üzerinde yürüyen her canlı, toprağından doğan her bitki ve içinde çağlayan her bir nehir bana ait,” Tam önünde durarak zarif bir hareketle Freya’nın yanağını okşamış “Bu durumda sevgili kuzenim Odin’in insan sevgilisi de bana ait,” Bunu söylerken tanrıçanın yüzünde sinsi bir gülümseme ve gözlerinde tekinsiz bir ışık belirmiş. Freya ise karşısında Odin gibi büyük bir tanrı olduğunu öğrenince ona başkaldırmanın verdiği korkuyla bir an irkilmiş. Ancak belli etmek istemediği için tanrıçaya hiçbir karşılık vermemiş. “Söyle bakalım Freya, oğlunu geri almak istiyorsun. Bunun için bir plan yaptın mı?” Hala öğrendiği bu bilgiyle ne yapacağını bilemeyen Freya endişelenince. “Korkmana gerek yok. Aslında sana yardım etmeye karar verdim,” Freya şaşkınlıkla bir anlık gaflette bulmuş ve “Neden?” demiş. “Cesaretine hayran oldum,” Freya bu konuda tanrıçayla tamamen aynı fikirde olduğunu kabul etmiş. Yine de Iduna’nın bu durumdan nasıl bir kişisel çıkarı olacağını merak ediyormuş. “Hiçbir anne şimdiye kadar bu kadar ileri gitmedi Freya ama sen uğruna her şeyi feda ediyorsun. Ben de bu işin sonunu merak ediyorum diyelim. Sonsuz bir yaşam ara sıra eğlenecek bir şeyler bulmadan geçmiyor,” demiş.
Iduna Freya’yı şelalenin içinden bir mağaraya sokmuş, onu şelalenin ardında gizlenmiş küçük ve sihirli elma ağaçlarının bulunduğu bir bahçeye götürmüş. Ona girişte beklemesini ve asla ayrılmamasını tembihleyerek bahçenin ortasına doğru ilerlemiş. Bir süre inceledikten sonra sanki aradığı elmaları binlercesi arasında bulmuş gibi memnun bir yüzle ona kıpkırmızı iki elma getirmiş. Bir elma sayesinde yıllarca genç kalacak ve kurtulabilirse oğluyla yaşayamadığı yılları telafi edebilecekmiş. Diğeriyle ise güçlerini artıracak ve zihnini açacakmış. Ardından son hediye olarak onu bu diyardan çıkaracak büyülü kelimeleri söylemiş ve eve dönerken kullanacağı yolu öğretmiş. “Sana verdiğim gençlik elmasının etkisi sadece 100 yıl sürecek ve bir süre sonra yaşlanarak öleceksin. Ancak oğlun bir yarıtanrı olduğu için buraya geri gelmek zorunda. Diğer elmayı ihtiyacın olduğunda kullanırsan iyi olur, onun etkisi sadece bir hafta sürüyor,” demiş. İlk elmadan ısırık alan Freya yavaş yavaş gençleşmeye, yıllar evvel Odin’in babasıyla ilk kez karşılaştığı yaşa dönmeye başlamış. Altın rengi saçları, en az tanrıça kadar büyüleyici Freya, parlak teni ve dinç vücuduyla kendini her türlü savaşa hazır hissediyormuş. Büyü gücünün arttığını hissediyor, artık istediği hayvana dönüşebileceğini biliyormuş. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlayınca gün doğmadan geri dönmesi gerektiğini hatırlamış. Beklediğinden fazlasını bularak döndüğü bu yolculuk için son bir kez teşekkür etmek üzere tanrıçaya dönmüş “Size minnetarım. Umarım oğluma kavuşacağım. Sonrasında ise o kendi kaderini çizecek,” demiş ve ardından da tekrar bir kısrağa dönüşerek sarayın ahırına geri koşmuş. Gün doğarken ahırdaki odasına varmış.
Sabahın ilk saatlerinde gülüşerek sohbet eden 3 kadın, yanlarında altın rengi saçları olan küçük bir oğlan çocuğuyla ahıra gelmiş. Gözleri bal rengi bu çocuğu atın sırtına koyarak vadide gezintiye çıkarmışlar. Kadınlar Odin isminde bir tanrı hakkında konuşuyorlarmış. Bu tanrı hem bu diyarın gelecek vaad eden kralı hem de arzulanan koca adayıymış. Kadınlar tanrının şehvet dolu partiler yapmayı sevdiğinden ve kadınlarını özenle seçtiğinden bahsediyormuş. Bu sırada sırtındaki küçük çocuk konuşmaya başlamış “Ben de babam gibi mi olacağım?” Kadınlar yeniden gülüşmeye başlamışlar. “Elbette, muhteşem olacaksınız. Şimdiden çok yakışıklısınız ve akıllı,” Bu sefer daha farklı bir ses tonunda başka bir soru gelmiş. “O zaman annemi görebilecek miyim?” gülüşmeler durmuş ve sessizlik olmuş. Sadece bir tanesi “Dilediğiniz kişiyi görebilirsiniz efendim,” diye yanıt vermiş.
Freya biran önce oğluna kavuşmak istiyormuş. Bu gezinti ona beklediği fırsatı pekala sağlıyormuş. Oğlunu ve kendisini insanlar evreninde geri götürecek patikaya bulunduğu yerden kolaylıkla ulaşabilirmiş. Eğer oğlunun yanındaki kadınlar tanrıçaysa durum ters de gidebilir ve bu kaçış planından zararlı da çıkabilirmiş. Kadınlar, uzun bir yürüyüşün ardından vadinin başladığı yerde bir dereye doğru yönelmişler ve Freya’yı bir ağacın kenarına bağlayıp gülüşerek suya doğru koşmaya başlamışlar. Dere, iki vadinin arasında, çiçeklerin ve kayaların içinde, buz mavisi küçük bir havuza dökülüyormuş. Ardında ise Iduna’nın kadim ormanı uzanıyormuş. Kadınlar elbiselerini göle doğru sarkmış ağaçların dallarına asmışlar, suya girmişler ve kenarda çekinerek duran oğlunu çağırmışlar. “Tyr, buraya gel hadi! Su çok güzel,”
Freya bugüne kadar oğluna bir isim koymamış. Bunu hep oğlu karakterini kazandıktan ve konuşmaya başladıktan sonra yapmayı planlamış. Ancak Bestla’nın ona Tyr diye seslendiğini hatırlıyormuş. O anda kafasını bir düşünce bulutu kaplamış. Belki de Bestla oğluma sahip olmak için ona bu ismi vermiştir. Belki de oğlum benimle dönmeyi bile istemeyecek, bu bolluk, bereket içerisindeki yaşamı tercih edecek ve beni yarı yolda bırakacak diye düşünmüş. Fakat kaygıları yüzünden oğlunu bu açgözlü tanrılara bırakmayı kabul edemezmiş. Buraya kadar gelmişken, 100 yıllık bir ömrü oğlu olmadan yaşamak için geri dönemezmiş.
Herkes gölün etrafındayken, Freya ağaçların arkasında yeniden insana dönüşmüş ve bir büyü yaparak kadınların uykuya dalamalarını sağlamış. Oğlunun yanına gitmiş. Tyr annesini karşısında görünce tanımasada gözlerini ondan ayırmadan dimdik ve korkusuz bakıyor, bir yandan da açıklama bekliyormuş. “Sana ismini koyan ben olmak isterdim. Ne yazık ki genç ve cahildim oğlum,” demiş. Tyr bu sözler kaşısında saçları ve gözleri aynı kendininki gibi olan bu kadının annesi olduğunu anlamış ve ona özlemle sarılmış. İçinde büyük bir ferahlama duyan Freya, oğlunu da alıp ormana girmiş ve tanrıçanın ona bahsettiği dönüş patikasını görmüş. Oğlunun elinden sımsıkı tutarak patikayı takip etmeye başlamış. Puslu orman ılık iklimi sebebiyle kendi ülkesine göre yoğun bitki örtüsü, gün ışığında kendini gösteren egzotik çiçekleri, leziz görünse de izinsiz yiyemeyeceğiniz meyvelerle dolu, ve büyülü hayvanların barındığı tahlikeli sayılabilecek bir yermiş. Ancak Freya eğer patikayı takip ederse başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini biliyormuş. Iduna ona bu sözü vermiş. Bu büyülü patika onlar ormana girdiği andan itibaren sadece bir gün boyunca görünür olacak ve ardınan yok olacakmış.
Gece olup etraf sessizliğe gömülünce yıldızlar gökyüzünü süslemiş. Ay ışığında beymbeyaz parlayan taşlarıyla patika, yollarını aydınlatmaya, Freya ve oğlunu kurtuluşlarına doğru götürmeye başlamış. Oğlunun yürümekten yorulduğunu fark eden Freya, onu kucağına alarak devam etmeye çalıştıysa da bir süre sonra zorlanmış ve yavaşlamış. Nefeslenmek için durdukları sırada ağaçların arasında bir ışık görmüş. Temkinli bir şekilde yaklaşarak baktığında, büyük bir kayaya oyulmuş bir mağaranın çerisinde yananan bir ateş olduğunu, ateşin hemen yanında yerde serili döşeği ve iki tas sıcak yemek görmüş. Bir süre birileri gelecek mi diye beklemiş. Ortada kimse olmadığını anlayınca Iduna’nın topraklarında olduğunu hatırlayarak bunun ondan gelen bir yardım olduğunu varsaymış ve içeri girmiş. Bir süre sonra çalıların arasında bekleyen oğlunu da yanına çağırmış.
Geceyi orada geçirdikten sonra sabah oğluyla yeniden yola çıkmış. Hala hayatta olduklarına göre dün gece bu gerçekten de tanrıçanın onlar için yaptığı bir yardımmış. Bu Freya’nın kurtulacaklarına duyduğu inancı güçlendirmiş. O gün bambaşka bir kadın olarak yola çıkmış.
Patikayı takip ederek yürürlerken birden ayaklarının dibine bir elma yuvarlanmış. Oğlunu da arkasına alarak duran Freya, etrafa çılgınca bakınırken kalp atışlarının uğultusunu kulaklarında duyabiliyormuş. Iduna olabilir mi diye düşünürken ağaçların arasında “Merhaba Freya,” diye yankılanan sesi tanımış. Bu sırada elmasını ıssıran Iduna, zerafetle süzülerek çıkagelmiş. “Başarmışsın, hiç şaşırmadım,” Freya yine de temkinli davranıyormuş. Tanrıçalar gaddar ve yalancı olabilirlermiş. Şu durumda fikir değiştirerek oğlunu istemesi bile muhtemel diye düşünmüş. “Sayenizde tanrıçam. Sizin desteğiniz olmasa başaramazdım,” Bunun üzerine keyiflenen Iduna’nın pembemsi dudaklarında bir gülümseme belirmiş. Elmasını yutup “Gel gelelim dünyaya döndükten sonra artık benim korumam altında olmayacaksınız ve bildiğim üzere gidebileceğiniz pek bir yer de yok,” Bu soruyu baskı kuran bakışlarını ondan ayırmadan ve yanıt beklemeden sormuş. Freya kafasını kaldırmadan ve oğlunu arkasında sımsıkı kavradığına emin olarak “Doğru söylüyorsunuz, yok,” Bu yanıt üzerine Iduna’nın yüzü yeniden gülmüş. Etrafında dolanırken “Harika, seni bir adaya göndereceğim, güneyde. Bu adada bu evrenden sürülmüş bir tanrıça yaşıyor, adı Kirke. Sana bir süre evini açacak ve oğlunu 27 yaşına kadar o koruyacak. Odin Kirke’yi tanımıyor, sizi orada bulamaz. Kirke ise güçlü bir cadıdır. Ona güvenebilirsiniz,”
Freya duyduklarına şaşkınlıkla bakmış. “Değerli tanrıçam, teşekkür ederiz. Bundan sonra sadece size dualarımızı ve adaklarımızı sunacağız,” Bu itaat tanrıçanın hoşuna gitmiş, kahkahayla gülerek. “Yapsan iyi edersin,” Sonra sıkıldığı ve gitmek istediği her tavrından belli olacak şekilde iç geçirmiş “Yolun sonundaki kapı seni geldiğin ormana götürecek. Ancak ormanı yürüyerek geçmeniz mümkün değil, yeniden ata dönüşmelisin. Dağların ardındaki okyanusa ulaşmalısınız, orada bir kasaba var. Oğlunla seni bekleyen gemiye bineceksiniz ve gemi sizi Kirke’nın adasına götürecek,” Freya kalbi sıkışarak sormuş. “Peki 27 yaşında ne olacak?” Bunun üzerine Iduna yavaş yavaş geriye, ormanın derinliklerine doğru dönerken elmasından bir ıssırık daha almış “Bir gün yeniden karşılaşacağız Freya,”
Freya başka çaresi olmadığını biliyor ve bu saatten sonra yakalanırsa Odin’in ona neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyormuş. Bir yandan da Iduna, henüz kavrayamadığı bir sebepten dolayı onları koruyor ve oğluna sahip çıkıyormuş. Kim bilir bu işten nasıl bir çıkar sağlayacak diye düşünmüş. Oğlunu 27 yaşında bir kötülük yerine aynı annesinin bir zamanlar anlattığı gibi büyük bir destanın beklediğini düşünmek istiyormuş.
Iduna gittikten sonra yollarına bir süre daha devam etmişler ve patikanın bitiminde yeniden büyük bir kayayla karşılaşmışlar. Bu kaya ormanın içindeki diğer yer şekillerinden daha siyah, üzerinde hiçbir bitkinin bitmediği ve sanki içine oyulmuş gibi görünen altından bir kapıdan oluşuyormuş. Kapı daha dokunmalarına kalmadan açılmış ve bembeyaz bir sis bulutu etraflarını kaplamış. Sis yerini hızla güçlü bir rüzgara bırakmış. Oğlunu kucaklayıp gözlerini kapayan Freya, gözlerini açtığında kendini dünyada, serin ormanın tanıdık ikliminde bulmuş. Tyr korkudan gözlerini açamıyormuş. Kurtulduğunu anlayan Freya, bir yandan sevinçle oğlunu öperken bir yandan da yaptığının tanrıların sarayında duyulmasının an meselesi olduğundan eminmiş. Oyalanmadan bir an önce oğlunu oradan uzaklaştırmalı, bu uzun mesafeyi hızlı gidebilmek için yeniden ata dönüşmeliymiş.
Tyr sonunda sakinleşerek etrafını incelemek için bakınmaya başlamış “Anne,” Bu sese yıllardır hasret kalan Freya eğilerek oğlunun gözlerinin içine bakmış. “Oğlum, buradan uzaklaşmamız gerekiyor. Yanlarında kaldığın tanrılar bana kızgınlar. Seni korumak için elimden ne geliyorsa yapacağım tamam mı? Şimdi yeniden kısrağa dönüşmem gerekiyor ki seni gideceğimiz yere taşıyabileyim. Ancak yorgunum biraz güç toplamam lazım ki bunu başarabileyim,” Oğlu ona kocaman açtığı bal rengi gözleriyle biraz kaygılı biraz da merakla bakıyormuş. “Anne, açsan belki bu elmayı yiyebilirsin,” Freya elmaya bakakalmış. Bu Iduna’nın son karşılaşmaları sırasında önlerine yuvarladığı elmaymış ve Tyr nasılsa onu alarak buraya kadar getirmeyi başarmış. Elma belki de bir kısrağa dönüşmek için yeterli gücü sağlayabilir diye düşünmüş ve Iduna’ya bir kez daha güvenmeyi tercih etmiş.
Freya, elmadan bir ıssırık almasıyla vücuduna yayılan ısıyı ve gücü hissetmiş. Bitirdiğinde ise yeniden kısrağa dönüşebilecek gücü içinde hissetmiş ve oğluna, dönüştüğü zaman yelelerini asla bırakmamasını ve durdukları zaman da yanından asla uzaklaşmamasını tembihlemiş.
İduna’nın elma bahçesinden aldığı son elmayı oğlu için saklıyormuş. Bu nedenle öncelikle onu oğlunun cebine koymuş. “Bu elmayı büyüdüğünde yani 27 yaşına geldiğinde yiyeceksin Tyr. O zamana kadar koruman, saklaman ve kimseye göstermemen lazım tamam mı?” Yüzündeki ifadeden kafasının karıştığı anlaşılan oğluna durumu en basit haliyle anlatması gerektiğini düşünmüş. “Eğer yolun sonunda yeniden insana dönüşemezsem sen yine de gemiye bineceksin tamam mı? Ben de seni yeniden insan olabildiğimde bulacağım. Gittiğin yerde uslu olacaksın ve beni bekleyeceksin,” Bu cümleleri söylerken Tyr ağlamaya başlamış. “Sana söylenenleri yaparken her zaman kalbini dinle oğlum. Eğer yanlış olduğunu düşünüyorsan doğru bildiğini yap. Tanrılara hiçbir zaman tamamen güvenme. Söylediklerimi ve seni daima sevdiğimi hatırla,” Sonra ona sarılmış, saçlarını koklamış “Cesur ol, savaşmayı öğren, ancak kimseyi sadece öfkeli olduğun için incitme. Önce vicdanını dinle,” Sonra uzaklaşarak ona gülümsemiş ve yeniden bembeyaz bir kısrağa dönüşmüş. Oğlunu da sırtına alarak var gücüyle ormanın derinliklerine doğru koşmaya başlamış.
Eskiden, bazı bahar günlerinde Freya’nın babası kuzeye doğru yola çıkar, eve mevsimlik yiyecek stoğu yapmak üzere okyanus kıyısına gidermiş, onlara tuzda bekletilmiş balık, bal ve peynir getirirmiş. Freya, yolculuğu öncesinde babası rotasını çizerken onu dikkatle dinler ve yola çıktığında gidebildiği noktaya kadar ona atıyla eşlik edermiş. Bu nedenle Freya gitmesi gereken yolu az çok biliyor ve kafasındaki haritadan sapmadan ilerliyormuş.
Gece boyunca dörtnala yol almışlar ve sabaha karşı bir köye varmışlar. Freya derin uykudaki köye endişeli ve yorgun bir şekilde girerken, kendisine sığınacak bir yer ve oğluna da yiyecek bir şeyler bulması gerektiğini biliyormuş. Köy meydanına yaklaşırken birdenbire yaşlı bir kadın çıkagelmiş. Gözleri görmeyen bu kadın onu tanımış, eski bir dost gibi selamlamış, boynuna dokunarak yelelerini okşamış. O anda Freya da hatırlamış, bu kadın yıllar evvel derenin kenarında rastladığı kaybolan ve babasının ona yaptığı düdüğü hediye ettiği yaşlı kadının ta kendisiymiş. Kadın Freya’nın bembeyaz yelelerini okşarken “Ne güzel bir kısraksın sen. Daha önce karşılaşmıştık ve bana kaybolduğumda yardım etmiştin, seni hatırlıyorum. Şimdi de ben sana ve oğluna yardım edeceğim,” demiş.
Ağır adımlarla onları köyün arkasındaki evine doğru götürmüş ve Freya’ya oğlunun atı için ayırdığı ahırda yer açmış. “Oğluna göz kulak olacağıma söz veriyorum. Ona evde yemek ve yatacak bir yer vereceğim. Gece yeniden yola çıkarsınız. Burada saklanmanız ve gözlerden uzak olmanız en doğrusu,” İnsana dönüşemeyecek kadar yorgun Freya, durumu kabullenerek, tek göz ahıra yerleşmiş ve çok geçmeden de uykuya dalmış.
Ertesi akşam yaşlı kadın bir elinde Tyr, diğer elinde eski püskü bir keseyle ahırdan içeri girmiş. “Bu kesede 3 tane yemiş var. Bu yemişlerin her birini sadece bir gece yiyebilirsin. O gece kafanda geleceğe dair hangi soru varsa yanıtını rüyanda göreceksin,” demiş ve yemişleri çocuğun cebine koymuş. “Ben kör bir kadınım ancak benim yeteneğim de geleceği görebilmek. Bu çocuk gelecekte herkes tarafından bilinen önemli biri olacak. Hem güçlü bir savaşçı hem de akıllı bir adam...”
Bir yandan ayağa kalkmak için gücünü yeniden kazanmaya çalışan Freya, bir yandan da bu sözleri sindirmeye çalışıyor, kafasında hep aynı kehaneti annesinin sözleriyle tekrar ediyormuş. “Bu ailenin çok büyük bir kaderi var. Bu köyün sınırlarını aşacak bir kader...” Yılmaması gerektiğini, oğlunu koruması ve buradan uzaklaştırması gerektiğini biliyormuş. Oğlunu buraya kadar getirmişken onu koruyamazsam nasıl bir anne olurum ki ben diye düşünerek kırılan cesaretini yeniden toplamış.
Oğlunu bekleyen gelecek de kader de şimdi sadece kendi ellerindeymiş. Dışarı çıktıklarında hava serin, gökyüzü bulutluymuş. Sakin gecenin ve karanlık ormanın içine doğru oğluyla yeniden yola koyulmuşlar. Freya yaşlı kadınla yeniden karşılaşmalarını kadere yormuş. Zamanında cadı için sakladığı düdüğünü bu yaşlı kadına vermiş ve bugün bu kararı sayesinde kadın onu hatırlamış, oğlunu kurtarmış. İşte kader böyle bir şey... diye içinden tekrar etmiş.
Karanlık ormanda bir süre ilerlemişler. Yol aldıkça eski gücünü kaybettiğini hissediyor ve endişeleniyormuş. Belki tanrıçanın verdiği son elmayı gücünü toplamak ve oğlunu gemiye yetiştirmek için kullanabilirmiş ama bir gün bu elma oğlunun kurtuluşunun anahtarı olacakmış. Bu nedenle elmayı unutmaya karar vermiş.
Artık köyden epey uzakta, serinliğin içinde çam ağaçları arasında ormanın sesini dinleyerek ilerliyorlarmış. Tyr aniden “Anne, biri bizi gözetliyormuş gibi hissediyorum,” demiş. Bunun üzerinde Freya durmuş ve bir süre kulak kesilmiş. Saklanabilecekleri hiçbir yer yokmuş, tek kurtuluşları koşmak ve kaçmak gibi duruyormuş. Ancak Freya uzun mesafeler koşabilecek kadar gücünün olmadığını biliyormuş. Şu durumda gerçek bir tehlike olmadığı sürece enerjisini saklamak en akıllıca hareket olur diye düşünerek yürümeye devam etmiş.
Bir süre sonra Freya da aynı hisse kapılarak etrafını gözetlemeye başlamış. Sonunda sağ tarafında bir çıtırtı duymuş ve çok geçmeden çalıların ardında şahlanan bir at belirmiş. Üzerinde asil görünümlü oğluyla neredeyse aynı yaşlarda genç bir kız oturuyormuş. Elinde şimdi iyice gerdirdiği oku ve yayı ile oğlunu nişan alıyor, sessizce onlara doğru yaklaşıyormuş.
Freya kıza baktıkça simasında, gözlerinde ve saçlarının renginde tanıdık bir şeyler bulmuş. Meğer bu kız, bir zamanlar dağların ötesine, annesinin uygun gördüğü zengin ve asil bir aileye gelin giden kardeşini kızıymış. Ailesinin kadınlarına özgü duru güzelliğiyle şimdiden dikkat çekici, cesareti ve duruşuyla aynı kendisi gibi, kız kardeşi gibi saf ve kötülüklerden nasibini almamış.
Kız bir süre sonra oğlunun bir tehdit olmadığını anlayarak yayını indirmiş. “Burası bizim topraklarımız ve sen burada izinsiz geziyorsun. Seni öldürme yetkim var, biliyorsun değil mi?” demiş. Tyr bu sözler karşısında sakin ve kayıtsızca kıza yanıt vermiş. “Beni öldürebilirsin elbette ancak o zaman geçmem karşılığında benden bir ödeme alamazsın,” Kız gülmüş. “Seni öldürdükten sonra her şeyini alabilirim,” Tyr da gülmüş. “Doğru fakat ödemeyi şimdi değil, ileride bir kral olduğumda yapacağım ve bu durumda sana bu topraklardan çok daha fazlasını verebilirim,” Freya bu yorum karşısında şaşkın ve bir o kadar da gururlu beklemiş.
Kız homurdanan atını sakinleştirmeye çalışırken sessizce ve gözlerini ondan ayırmadan düşünmüş. “Peki nerenin kralı olacaksın?” Tyr “Aslında bütün bu diyarların,” demiş. Normalde bir yetişkinin asla inanmayacağı bu yanıtı kız çocukça bir merakla karşılamış “Benim adım Adala. Seninki nedir?” Kızı ikna ettiğine inanan Tyr içten içe zaferini kutlayan bir gururla “Benim adım Tyr,” diye yanıt vermiş. Adala yerinde duramayan atının kayışlarını son bir kez çekerek gülümsemiş “Geçmene izin veriyorum Tyr ve seni bekleyeceğim. Bana borcun var unutma,” diyerek oradan uzaklaşmış.
Tyr daha bir şey söylemeden Freya hareket etmeye ve ardından dörtnala okyanusa doğru koşmaya başlamış. Oğlu yelelerine yapışarak “Sakin ol anne, lütfen!” diye seslendiyse de hızını kesmiyormuş. Freya içinden ne diye durdum, ne diye o kızla konuşmasına izin verdim diye hayıflanıyor, belki de ilk kez oğlunu kıskanıyor ve diğer bir yandan da onu önlerine çıkabilecek bir eşkıya sebebiyle kaybetmek ihtimali yüzünden yeniden yavaşlamayı göze alamıyormuş.
Güneş en tepede dağları ve ormanları ısıtırken sahil kasabasına varmışlar. Çamurlu ve kokuşmuş kasabanın sokakları bir sürü koşturan, alışveriş yapan ve ticaretle uğraşan insanla kaynıyormuş. Yolun her köşesinde dükkan dükkan baharat, halı ve hayvan satan tüccarlar bağrışıyor, zengin ve alkolden kızarmış suratlarıyla dükkanları dolaşan züppe adamlar gülerek eğleniyormuş. Yavaş adımlarla dikkat çekmeden kalabalığın içinde ilerleyen Freya, üzgün ve kaygılıymış. Savunmasız hissediyor, biran önce sahile ulaşmaya çalışıyormuş. Bir yandan da kalbinde bir yara sızlıyor, oğluna kavuşmuşken tekrar kaybetmenin acısını bastırmaya çalışıyormuş. Belki de tanrıların oyununun bir kurbanıyım diye düşünmüş. Hiçbir zaman sahip olamayacağım oğlumu, yine onlara, bu sefer kendi ellerimle teslim etmek zorunda bırakıyorlar beni.
İskelede bekleyen gemiyi görmüş, oraya doğru yavaşça ilerlemiş. Etrafta ağlarını diken birkaç balıkçı, gemilerden yük indiren kalfalar ve yola yanaşmış onların yüklerini bekleyen at arabaları varmış. Freya gemileri inceleyince sadece bir tanesinin sessiz ve boş beklediğini görmüş. Oraya doğru yönelmiş. Geminin iskelesine yaklaşarak oğlunu indirmek için dizlerinin üstüne oturmuş. Bu sırada geminin kaptanı kaliteli ahşap kaplama güvertede topuklarını vurarak onlara doğru yaklaşmış. “Ben de seni bekliyordum küçük prens. Sanırım atını yolcu olarak almamı beklemiyorsun,” Tyr, annesini bırakmak zorunda olduğunu anlayarak ağlamaya başlamış ve kaptanın koluna sarılmış. “Lütfen efendim, yalvarırım bizimle gelsin,” Kaptan bu duruma şaşkın. “Onu gemiye almam mümkün değil çocuk. Ancak sana bir kamara ayırdım ve emir üzere seni yolculuğum boyunca taşıyacağım,” Bunu duyan Freya biraz olsun rahatlayarak oğlunun bal rengi gözlerine son bir kez bakmış ve içinden kendine onu tekrar görmek sözü vererek yavaşça gemiden uzaklaşmış. Tyr çaresizce kalabalığın içinde bembeyaz bekleyen annesine ellerini uzatmış. Durumu daha fazla zorlaştırmak istemeyen Freya, hızla kalabalığın içine geri dönmüş ve kasabadan uzaklaşarak ormana doğru koşmuş. Kalbi yanıyormuş, bu acıdan aldığı güçle oğlunu en azından uzaktan son bir kez görmek için dağ boyunca zirveyi bulana kadar koşmaya devam etmiş. Kayaların üzerine vardığında ise önce uzun boylu Iduna’yı sonra da okyanusa açılan körfezi görmüş. Tanrıça mağrur bir tavır ve zerafetle ona bakarak gülümsemiş. Uzun saçları rüzgarda uçuşuken, güneş her bir telinden yansıyor ve onun yüceliğini gözler önüne seriyormuş. “Gelsene, birlikte izleyelim,” Freya’nın içi hüzün, korku ve endişeyle kaplamış. Tanrıçanın ona yardım edeceğini düşünerek ona güvenmesi ne kadar doğru diye düşünüyor, ardından kaçmalarına yardım ettiği için ona minnet duyuyor, sonunda ise elinde sadece oğlunu yeniden kaybettiği ve belki de kandırıldığı için öfke kalıyormuş. Kendiyle verdiği savaşı sonraya bırakmış ve tanrıçanın yanına yaklaşarak şimdi yavaşça körfezden okyanusa açlımaya başlayan gemiyi izlemiş. Gemiyi görebildiği son mesafeye, ufuk çizgisinin ardında kaybolana kadar izlemiş ve beklemiş.
Artık Tyr kendi yolunu çizecekmiş...
Comments